Bu sayfadaki yazılar Facebook’ta paylaşmak için yazdığım kısa yazılardan oluşuyor. Tarih sırasına göre sondan başa doğru gidiyor…
Bu yazılar bazen evde, bazen bir kafede, bazen sokakta yazıldı. Bazı yazılar günlük olaylara, bazıları çeşitli gelişmelere, bazıları o dönemde okuduğum şeylere, bazıları ise tamamen spontan biçimde ortaya çıkan fikirlere dayalı oldu…
Yazıları düzenlerken en fazla değindiğim ortak temanın “sübjektif gerçekliğin yapısı” üzerinde döndüğünü fark ettim. Bazı yazılar aynı temayı biraz değişik bir dille ifade ediyor.
Bu yazıları burada yayınlama sebebim, sadece okumak isteyen kardeşlerimle fikirlerimi paylaşmaktır. Belki kendi içinizde bir farkındalık yaşamanıza, belki bir şeyleri farklı bir gözle yeniden değerlendirmenize, belki bir sorunuza cevap bulmanıza vesile olabilir.
Dilerseniz biraz okuyup üzerinde düşünebilir, hatta arkadaşlarınızla tartışabilirsiniz.
Selam ve Sevgilerimle
M. Reşat Güner
7 Şubat 2023
Memleketimiz için -aslında beklenmedik olmayan- çok zor bir durumu hep beraber yaşıyoruz…
Kayıpları olan arkadaşlarıma başsağlığı, vefat edenlere huzurlu bir uyku, yaralılara acil şifalar, evlerini kaybedenlere en kısa zamanda barınabilecek bir yer bulabilmelerini diliyorum…
Elbette hepimiz kendi becerilerimiz ve imkanlarımız elverdiğince yaşadığımız bu zorlu sürece destek vermeye ve yaraları sarmaya gayret ediyoruz ve önümüzdeki zamanda da bu çabayı sürdüreceğiz.
Burada kayıpları olan veya yakınları zarar gören arkadaşlarımız elbette doğal olarak büyük bir üzüntü yaşayacaklar ve bu bir süre daha devam edecek… Ancak hep hatırlamamız gereken şu ki, bu yaşadıklarımız da yaşamın olası bir parçasıdır… Ama asıl önemli olan bu olayın yaraları sarıldıktan ve kayıplar uğurlandıktan sonra toparlanıp bundan sonrası için öğrenilmesi gerekenleri öğrenip benzer durumla karşılaştığımızda daha tedbirli ve akıllıca hareket edebilme becerisini kazanmaktır…
Depremler bizim bu güzel coğrafyamızın doğal bir parçası… Artık ilerleyen teknolojilerle nerede ne olacağı aşağı yukarı bellidir… Ama tek sıkıntımız şu ki, bizim insanımızın zaman ve sebep sonuç algısı genel olarak kısa vadeli ve günü kurtarmaya yönelik… Bu
56
stratejiyle hareket edildiğinde benim yaşımdakilerin ömrü boyunca tekrar eden aynı döngülerle karşılaşmak kaçınılmaz oldu…
Yaşamın “gerçek” zorlukları karşısında bizi güçlendirecek olan tek şey zihinsel haritalarımızın zenginleşip genişlemesidir… Bu da bütüncül, kapsamlı, derinlikli ve birleştirici modeller ışığında zihnimizi aydınlatmak ve yaşam hakkındaki modellerimizi bizleri zorluklarla daha verimli baş edebilecek imkanlara kavuşturacak biçimde zenginleştirmekle mümkün olabilecektir…
Bu bakımdan bu uzun vadeli süreçte ilerlerken zihnimizdeki eksik veya verimsiz sonuçlara yol açan kısıtlı haritaları fark etmek, onları zamanımızın imkanları ve bilgi birikimiyle zenginleştirmek, kendimizi bundan sonra ortaya çıkacak karmaşık yaşam koşullarıyla baş edebilecek becerilere kavuşturmak önümüzdeki zamanlara hazırlanmak bakımından en kritik ve yaşamsal meseledir…
Nasıl ki bugün yaşanan acıların epey bir kısmı aşikar durumlar karşısında gösterilen duyarsızlıktan ve boşvercilikten kaynaklanıyorsa, önümüzdeki zamanlarda yaşanacak acıların azaltılması ve yaşamın getirdiği gerçek zorluklarla daha etkili biçimde baş edebilmek de ancak iç donanımlarımızı ve insani becerilerimizi geliştirip zenginleştirerek mümkün olabilecektir…
Bu yolda elbette iniş çıkışlar, neşeli ve hüzünlü günlerimiz olacaktır, ama geleceğe hazırlıklı olmak, üzüntüye saplanarak veya sevinçlerin getirmesi muhtemel rehavetlere kapılarak değil, yaşamın gerçeklerini olabildiğince çabuk kabullenip onları en etkili biçimde yönetebilecek içsel becerilere kavuşarak ve her şeyi kucaklayabilecek bir genişliğe doğru ilerleyerek sağlanabilir.
İşte bu sebeple acıların yasını tuttuktan sonra gerekirse yardım alarak toparlanmak ve gelecek nesiller için, çocuklarımız için var gücümüzle elimizden geleni yapmak herhalde en verimli yol olacaktır…
Bunları yapabilecek kaynaklara ve bilgi birikimine sahibiz, tek yapmamız gereken sevgiyle kendi üzerimize düşeni yapmak, kendimizi her yönden geliştirmek ve bir araya gelerek destekleyici paylaşım ortamları yaratmaktır… Gerisi zaten kolayca hallolur… Geçip gitmeyen hiçbir şey olmadığı için, eğer canlıysak her zaman önümüzde sonsuz olasılıklar, dolayısıyla sonsuz bir umut var…
Acıları olanlara kabullenme gücü, yası olanlara sabırlar diliyorum… Sevgilerimle…
5 Aralık 2022
Uykusunu almamış birini zorla uyandırmaya çalışırsanız ne olur? Vaktinden önce uyanan, sonra daha fazla uyumak ister. Sersem olduğu için kendine ve etrafına zarar verebilir. “Uyanmak” için önce iyi uyumuş olmak gerekir. Ne kendinizi ne de başkalarını vaktinden önce uyanmaya zorlamayın. Uykunuzu iyice almadan uyanık gibi gezmek sizi çok yorar…
20 Eylül 2022
Son zamanlarda “kendini sevmek” ve “öz-şefkat” gibi kavramlar hakkında epeyce yazılıp çiziliyor. Bu konularla ilgili olarak beni düşündüren bir iki nokta var…
Şimdi, sevmek ve şefkat duymak gibi kavramlar söz konusu olduğunda burada en azından iki şeyin varlığına ihtiyaç var: Bir seven ve bir sevilen ya da şefkat duyan ve şefkat duyulan. Peki insanın kendini sevmesi ya da kendine şefkat göstermesi söz konusu olduğunda seven kim, sevilen kim olacak? Yani hangi parça hangi parçayı sevecek ya da hangi parça hangi parçaya şefkat gösterecek? Demek ki öz-sevgi ya da öz-şefkat ihtiyacı içinde olmak bir parçalanmanın göstergesi değil midir? Yani kendini sevmemek aslında kişinin kendi içindeki bir parçanın diğerine karşı sevgisiz kaldığını göstermez mi? Tersinden bakacak olursak, kişi eğer tek parça halindeyse kim kimi sevecek ya da kim kimden nefret edecek?
Demek ki buradaki asıl mesele kendini sevmek değil aslında… Çünkü tek parça halinde olan kişi kendi dışındaki bir şeyleri ya da birilerini sevebilir. Ama iş kendini sevmeye gelince kişi en azından iki parçaysa bu mümkün olabilir…
Diyebilirsiniz ki kim tek parça? Bu ayrı bir mesele. Hiçbirimiz tek parça değiliz ki bu tip kavramlar üretip duruyoruz. Çünkü kendi içinde belli bir bütünlüğü yakalamış olan insanın böyle bir meselesi olmaz. Yani kendini sevmek ya da sevmemek gibi bir derdi olmayacaktır. Kendini sabote eden, kendine bakmayan insanlar zaten genellikle bir şeylerle kavga halindedir. Yani kişinin kendi içinde çok çeşitli sebeplerden dolayı bir çatışma mevcuttur.
Demek ki asıl mesele hadi kendini sev, kendine şefkat göster değil, aslında. Çünkü belli bir bütünlük halini yakalamadan zaten kişinin kendine iyi bakması, kendi ihtiyaçlarını yerli yerinde gözetmesi mümkün olmuyor. Kendini sabote etmek en temelde zaten bir parçalanmanın göstergesidir. Yani hadi kendimizi sevelim, ödüllendirelim, kendimize şefkatli olalım gibi niyetler ne kadar etkili olur bilemem. Bence bu tip ikili durumların asıl çözümü ikilemin üzerine çıkmadan pek mümkün olmuyor. Yani şefkat vurgulandığı sürece yanıbaşında şefkatsizlik, sevgi vurgulandığı sürece yanıbaşında nefret, güven vurgulandığı sürece yanıbaşında güvensizlik oracıkta durmaktadır. Bence bu meselenin tam çözümü gerçek anlamda bütünleşmekte ve ikilemlerin üstüne çıkmakta yatıyor. Gerçek bir içsel bütünlük sağlandı mı, artık öz-şefkat diye bir mesele kalmayacak. Çünkü kişi zaten yaşadığı durumun gereği neyse onu yapacaktır. Diğer insanlara karşı sevgi ve şefkatle yaklaştığı gibi kendi ihtiyaçlarını da dengeli bir biçimde gözetecektir.
Kendini sevmek, öz-şefkat gibi kavramlar üretmek zorunda kaldıysak bunun asıl sebebi insanların iç dünyalarında parçalara ayrılmış bir durumda olması ve bu parçaların birbirleriyle çatışma halinde bulunmasıdır. Çünkü “kendini sevmiyor” diye nitelendirdiğimiz insanların asıl derdi iç dünyalarındaki parçaların birbiriyle çatışma halinde olmasıdır. Bu durumda parçaların birbirini sevmesini temin etmek bütünlük
55
yönünde iyi bir başlangıç olsa da asıl iyileşme gerçek bir bütünlüğün sağlanmasıyla gerçekleşecektir. Bütünlük halinde ise kendini sevmek zaten gereksiz bir kavram haline gelir. Çünkü en doğal haliyle kişi hem kendini hem başkalarını olduğu gibi kabul edip yaşamın gereklerini yerine getirir. Bu halin tanımı için kullanacağımız kavram da “öz- şefkat”ten ziyade “içsel bütünlük” olsa, daha yerli yerinde olur diye düşünüyorum.
26 Ağustos 2022
Geçmişte olanın hiçbir önemi yok… Önemli olan senin onu nasıl taşıdığın ve daha ne kadar aynı şekilde taşımaya devam edeceğin…
9 Ağustos 2022
Hiç galaksilerin resimlerine dikkatle baktınız mı? Son zamanlarda uzay teleskobunun çektiği resimlerle daha net gördük ki, evren düşündüğümüzden çok daha büyük. Ve üstelik bizim evrenimizin tek olduğu konusunda hiçbir kanıtımız yok, aksi ise kuvvetle muhtemel… Son gelen resimler, ne kadar küçük olduğumuzu hatta gerçek anlamda bir hiç olduğumuzu apaçık bir biçimde gösteriyor…
Güneş dediğimiz son derece mütevazı bir galaksinin içindeki küçücük yıldızlardan biri… O zaman neden kum tanesi kadar bir gezegenin üzerinde olduğumuzu görmezden gelip bu yaşadığımız halleri yaşarız? Bu da böyle bir çelişki işte. Gerçeği görmek yerine zihnin yarattığı yapay dünyalarda debelenmek… Bizim de kaderimiz buymuş demek. Şunu hep hatırlamak gerek: Makro düzeyde hiçbir şey bizim hayal ettiğimiz gibi değil. Kendi öykülerimizi yazıp onları oynarken Kozmos büyük bir şefkatle bize sabrediyor… Akıllanalım diye…
8 Haziran 2022
Yaşamın içindeki güzelliği görmek ve yaratmak, yaşamı bir sanat eseri haline getirmek her şeyden bağımsız olarak iç dünyanızı güzelleştirmenize ve güzelliği aramanıza bağlı… İç dünyası güzel olan insanlar güzellikleri algılamak için beklemez. Her şeyin kendi içinde saklı olan estetiği ve güzelliği görür ve bunun getirdiği güzel duyguları hisseder. Gerçek sanat doğadaki güzelliğin çeşitli araçlarla ifade edilmesidir.
6 Mart 2022
Dünya’nın kurtarılmaya ihtiyacı yok. Biz kendimizi kurtarmaya bakalım. Dünya “tamam” dediği an bizi silkeleyiverir… Şu an merhametle sabrediyor bize…
25 Şubat 2022
Epeyce karışık bir dünyada yaşadığımız aşikar. Herkesin kendince bir görüşü, anlayışı, hissedişi ve aklı var. 8 milyarı geçtik… Bu durumda şu an yaşadıklarımızdan başka ne yaşanması beklenebilir ki? İnsan tabiatı, insani zaaflar, alt gelişim aşamalarındaki egoizm, insana dair her şey sahnede. Hepimiz güzel dileklerimizi sıralayalım, dünyanın barış cenneti haline gelmesini hayal edelim, neyi değiştirebiliriz ki? İnsani gelişim belli aşamalardan geçerek olgunlaşır, dünyaya gelen insanlar, sadece bu zamanda geldikleri için daha ileri bir evrim düzeyinde doğmuyor ki… Üst anlayışların, daha ileri gelişim aşamalarının dünyada ortaya çıkmış olması her yenidoğanın bu aşamalarda doğmasını gerektirmiyor ki… Bu yüzden karmaşa, çatışmalar, kaos vb. durumlar durmadığı gibi artarak devam etmesi kaçınılmaz ve bunu düzeltmek bizim etki alanımızın tamamen ötesinde kalan bir şey. Kendi yakın çevrenize ve belli bir anlayışta olan insanlara etki edebilirsiniz, gerisi kendi akışında gitmeye devam edecek.
Bildiğimiz tarih boyunca aynı döngü tekrar edip durmuş, kendi çıkarlarını savunmak, başkalarına zarar verebileceğini bile bile kendince doğru olduğuna inandığı şeyleri yapmak… Bunlar hep yaşandı ve halen yaşanıyor ve gelecekte de yaşanacak. İleri örneklerin ortaya çıkışı, daha alt gelişim düzeyindeki durumları yok etmiyor.
Çözüm??? Sorun yok ki çözüm olsun. Dünya’daki insani gelişimin ve insan tabiatının gerektirdiği oluşumlar var. Tarihin tekerrürden ibaret oluşu, sürekli olarak daha az olgun insanların dünyaya gelişinden kaynaklanan bir gerçeklik. Bu gerçeği kabul etmezsek bir sürü çözümsüz probleme sahip oluruz. Yapılan araştırmalara göre şu anda dünyadaki gücün %30’u bundan 2000 sene öncesinin değerleriyle yaşayan insanların elinde bulunuyor. Bu durumda olan biten şaşırtıcı mı gerçekten? “Savaşlar bitsin, insanlar el ele versin, birlik olsun” vs. Bunlar elbette çok güzel dilekler. Ama gerçekçi değil maalesef, çünkü dünyada -şimdilik- hakim tür olarak “insanlar” yaşıyor ve insanın gelişimi bizim zannettiğimiz gibi bir şey değil. Zamanın ilerlemiş olması herkesin aynı gelişmişlik düzeyinde olması anlamına gelmiyor.
Dünya’da tarih boyunca yaşanmış bütün senaryoları düşünün… İşte onların hepsi birden şu anda eş zamanlı olarak bu festivalde sahne almış durumda. Bu festival ne zaman biter, onu da kimse bilmiyor. Doğa gereği, besbelli ki bir noktada Dünya popomuza tekmeyi basacak. O zaman doğal çevre de, diğer canlılar da rahat bir nefes alacaklar ve devran döndüğü sürece festival yeniden başlayıp yeni senaryolarla sergilenecek.
Peki ne yapalım şimdi? Bilmem ki… Kim ne yapabiliyorsa… Yaşam devam ediyor çünkü…
28 Ocak 2022
Galiba epeydir bir şey yazmadım buralara…
Bu yazı Matrix 4 hakkında…
Filmi izlemeden önce ön yargı olmasın diye hiçbir yorumu okumadım. Sadece denk geldiğim bir iki yorum, “eh işte, fena değil” Ya da “olmamış” cinsinden yorumlardı…
Filmi ön yargısız biçimde izledikten sonra şunları söyleyebilirim:
İlk olarak, Wachowski’lerden birisi, Matrix gibi olağanüstü bir film yaratıp zirveye oturduktan 20 yıl sonra kalkıp vasat bir devam filmi için harekete geçer miydi? Yani, gerçekten iyi bir fikir yakalamış olmasa böyle bir film için zaman harcar mıydı? Böyle bir zihin bu kadar basit bir hataya düşer miydi? Bence düşünülmesi gereken ilk şey bu…
Elbette öyle olmamış. Film bence daha önceki seri kadar etkileyici ve bir sürü sembolik alt mesaj içeriyor… Üstelik geçen yıllar içinde gelişen teknik olanaklar ve yeni fikirleri de işin içine katarak…
İzlemeyenlere, tamamen ön yargılardan uzak bir zihinle izlemelerini öneririm. İzleyip beğenmeyenlere de tekrar izleyip üzerinde düşünmelerini… Elbette herkes beğenmek zorunda değil, ama bu filmde bence Lana Wachowski sanatını konuşturmuş… İnsan zihninin derinliklerinde olup bitenler, insan doğası, gelişim aşamaları, uygarlığın zaafları, insan psişesindeki derin düalite, zıtların birliği vs. vs. bir sürü şey var.
Daha önceki seride ve Wachowski’lerin diğer filmlerinde de olduğu gibi her şey o kadar hızlı geçiyor ki, filmi iyice anlamak için kesinlikle birkaç kez izlemek gerekecek. Replikler yine ince bir biçimde dizayn edilmiş ve her zamanki gibi kasıtlı yazılmış…
Kısacası olay şu, herkes bu filmde kendi anlayış düzeyine ve ne anlamak istediğine göre farklı şeyler bulabilir. Üst düzey sanat eserlerinin temel özelliği de bu değil mi?
Kısaca bana göre bu film “Hadi bir devam filmi çekip sevenlerimizle yeniden buluşalım, parayı da cebe koyalım,” tarzı bir iş değil…
Her zamanki gibi çok ilham verici ve çok düşündürücü… Daha fazlasını söylemek için birkaç kez daha izlemek gerekiyor…
Lana Wachowski’nin bilinçdışı birikimlerinin doluluğu ve bunu perdeye aktarmadaki ustalığı gerçekten alkışlanmayı hak ediyor…
28 Mart 2021
Doğa… hepimizi kapsayan ve besleyen büyük sistem… Zihnimizin ve düşüncelerin ötesinde her zaman sonsuz mükemmellik var. Ve orada sadece algılanmayı bekliyor…
10 Eylül 2020
Yaşamı kelimelerin içine hapsetmeyin… Kelimeler düşünmenin ve iletişimin bir yolu… Ama yaşam kelimeleri de, zihni de, hepimizi de aşıyor…
10 Haziran 2020
25 Mayıs 2020
Değişimin önündeki en önemli engellerden bir tanesi, daha önce büyük emeklerle inşa edilmiş bir hayali yıkıp, onun ötesine geçebilme zorluğudur. Bu bazen, ortak hayallerle inşa edilmiş bir gerçeklik de olabilir… Çünkü her zaman yaptığımız şey, belli bir gelişim aşamasının ihtiyaçları doğrultusunda kendimize bir gerçeklik yaratmak, bu gerçekliğe kendimizce anlamlar yüklemek ve sonra bu gerçekliğe ve anlamlara bağlanmaktır. Vakit gelip de bırakmak gerektiğinde haliyle zorlanabiliriz. İç dünyamızdaki gelişimlerden bazılarını dış dünyada eşyalar ve olaylar olarak gözlemlesek de aslında gelişimin oluştuğu ve gerçekleştiği mahal sadece iç dünyamızdır. Yani zihin belli bir komplekslik düzeyine ulaştığında, iç gerçeklik dış gerçekliğe baskın gelir. Hatta dış gerçeklikten daha fazla gerçekmiş gibi algılanır…
Gerçek anlamda değişim, -gerektiğinde- içsel alanda kurulmuş olan anlam dünyasını yıkmak, orada bir boşluk yaratmak ve sonra o boşluğun içinde daha kapsamlı bir gerçekliği yaratabilecek anlamlar oluşturmayı gerektirir. Böyle bir değişim olmadıkça insan gerçek anlamda değişmiş sayılmaz. Böyle bir değişim bazen yaşamın dış etkenleriyle, bazen kapsamlı olaylar aracılığıyla, belli bir aşamadan sonra kişinin kendi çabasıyla gerçekleşir.
Şunu bir kardeşiniz olarak aklınızın bir kenarında hep tutmanızı öneririm: Benliğimiz bizim için görünmez ve algılanmaz niteliktedir. Orada -aynen retinamızdaki kör nokta gibi- her zaman kör noktalar vardır. Dolayısıyla gerçekten değişmek için benliğinizi aşmanız, bir şekilde orada varolan her şeye -duygu, düşünce, inanç, değer vs.- dışarıdan ve daha üst bir bakış açısıyla bakabilmeniz gerekir. Bunu yapabilmek için de benliğinizin bir parçasını -en bilge olanı- eğitmiş olmanız ve diğer parçaları gözlemleyebilecek bir konuma getirmiş olmanız gerekir… Bunu “farkındalık” olarak adlandırabilsek de, burada kastettiğim şey ancak ciddi bir dizi dönüşüm süreçlerinden geçtikten sonra ulaşılabilecek hayli ileri bir aşamadır.
Kısacası değişmek istiyorsanız, hayallerden örülü bir dünyada, hayali gerçeklikler içinde yaşadığınızı görüp kabullenmeye hazır olun… Yoksa değişim de hayalden ibaret kalır…
29 Nisan 2020
Son günlerde bol bol düşünmeye vaktimiz oluyor. Haliyle kafamda yaşananlarla ilgili düşünceler dolanmakta. Sabah izlediğim bir videoda ünlü bir yazar insanlığın pek çok açıdan hasta durumda olduğunu ve bu salgının da hastalıklı tavırların bir yansıması olduğunu anlatıyordu. Belli bir açıdan baktığımızda doğruymuş gibi görünse de bu düşünce tarzı tam olarak içime sinmiyor…
Eğer daha geniş bir perspektiften bakacak olursak insanın içinden geçtiği doğal gelişim aşamaları var. Ve her aşamanın da kendine göre bir idrak kapasitesi, değerler sistemi dolayısıyla belli bir anlayış biçimi var.
Şimdi, varoluşun nasıl başladığı hakkında neye inanırsanız inanın sonuçta aklı başında insanın görebileceği bir gerçek var: Doğa kendi içinde mükemmel bir sistem… Eğer en baştan itibaren elementlerin bir araya gelişi, astronomik sistemlerin organize oluşu, dünyamız gibi gezegenlerde hayat formlarının ortaya çıkışı, biyolojik organizmaların mükemmel işleyişi, bilinçlilik vs… gibi olguları göz önüne alırsak, evrendeki her şeyin bir üst bütünden beslenerek kendi kendini organize eden sistemler olduğu gerçeğini de görebiliriz.
Tümüyle varoluşu ve yaşamı destekleyen, kendi kendini organize eden mükemmel bir sistemin içerisinde gerçekten “hastalık” diye bir şeyin olabilmesi mümkün müdür? Yani bizim hastalık diye nitelendirdiğimiz, en uç noktada canlıların ölümüne yol açan bir hal de bu mükemmel bütünün bir parçası değil midir?
Benim yaşlarımda olanlar en az 35 senedir “çevre katliamı” hikayesini dinliyor. Çok net hatırlıyorum 1980’lerin sonlarında 30 – 40 sene sonra ne gibi çevresel felaketlerin oluşabileceği hakkında bir sürü araştırma yapılıyor ve bu konuda kitaplar yazılıyordu. Bu süreçte çevreci organizasyonlar vs. bir sürü şey söyledi. Neler olabileceği hakkında pek çok kampanyalar yürüttü. Eylemler yaptı. Peki bütün bunları bilmemize rağmen niye insanlar çevreye verdikleri zararları durduracak önlemleri almadılar? Diyebilirsiniz ki insanlar açgözlü, sömürgecilik var, doğayı önemsemeden sadece kendi bencil isteklerini tatmin etmek, kendi konforlarını sürdürmek için uğraşıyorlar… Falanca memleketler şunları yaptı, filanca devlet şuna yol açtı, falanca devlet adamı şunu dedi vs. vs. vs.
İşte kritik nokta burada: Neden yaptıklarımızın zararlı sonuçlarını bile bile aynı şeyi yapıyoruz??? İşte bana göre bunun tek bir cevabı var: İnsanların hepsi aynı akıl, idrak, anlayış, duyuş, hissediş, davranış düzeyinde değil… Dolayısıyla her insan bugüne kadar birikmiş olan bilgilerden, deneyimlerden aynı biçimde yararlanamıyor. Onları kendine mal edemiyor… Çünkü eğer böyle olsaydı, yani her nesil bir diğerinden daha gelişmiş düzeyde doğsaydı bugün dünya bu halde olmazdı…
O zaman şöyle bir kanaate varmak çok da yanlış olmayacak: Demek ki şu an “hastalık” olarak nitelendirdiğimiz şeyler insanlığın doğal gelişim sürecinde içinden geçilmesi gereken aşamalar… “Bunlardan bir şey öğrenip öğrenememek tamamen insanın kendi seçimine bağlıdır” demek de doğru değil. Çünkü seçme özgürlüğüne sahip olmak için belli bir aşamanın üzerine çıkmış olmak gerekiyor…
Eğer dünya bugün bu haldeyse aslında ne bir başkasını ne de kendimizi suçlayamayız. Çünkü idrak bu kadar olunca icraat de ancak bu kadar oluyor. Bunu hastalık, gerilik, kötülük vs. gibi isimlerle adlandırmak keyfinize kalmış… Aslında her şey tam olarak olduğu gibi, olduğu yerde kendi doğrularına ve kendi gerçekliğine sahip. Yani bir insanı dövseniz öldürseniz onun gelişim düzeyine bağlı idrak kapasitesini değiştiremezsiniz.
Ha, bu durum elbette kendi etki ve sorumluluk alanımızdaki işleri boş bırakmak ve vurdumduymazlık içinde yaşamak anlamına gelmiyor. Tam tersine eğer aklınız eriyorsa etki alanınızda bulunan, yani kendi gücünüzle gerçekten değiştirebileceğiniz şeyleri değiştirmek için harekete geçmek zorundasınız. Ama gücümüzün ve etki alanımızın ötesinde kalan şeyler için hiç birimizin yapabileceği pek bir şey yok.
Zaten olaylara bakarsanız, işini iyi yapan doktorlar kendi etki alanlarındaki insanların iyileşmesine, insanlara hizmet eden diğer sektörlerdeki fedakar insanlar bir şeylerin değişmesine vesile oluyor. Ama hiç birimizin tek başına bütün her şeyi topyekün değiştirebilecek bir gücümüz yok. Bununla birlikte kendi bedenimizi, kendi zihnimizi, kendi psişemizi yenilemek, güçlendirmek, dönüştürmek ve bütünleştirmek adına yapabileceğimiz hiçbir şeyin sınırı yok. Çünkü bizim -idrak durumuna göre- tam etki ve sorumluluk alanımızda olan şey sadece budur: Bedenimiz, zihnimiz ve psişik yapımız. Bunlarla uğraşırsak belki etki alanımızı geliştirme şansına da sahip olabiliriz.
Kısacası yaşanan olağandışı durumlar ilk bakışta bir “bozukluk” gibi görünse de daha bütüncül, kapsamlı ve derinlikli bir bakış açısıyla baktığımızda aslında hastalıklı bir durumun söz konusu olmadığını, yaşanan hiçbir şeyin ceza olmadığını, olan işlerin gerçek sebeplerini beynimizle tam olarak kavrayamayacağımızı, sebepler ve sonuçlarla ilgili yorumlarımızın sınırlı bir zihnin ürünü olduğunu da kavrarız.
Corona salgını bir şeyler öğrenmek isteyen insanlar için olağanüstü iyileştirici, dönüştürücü bir araç oldu. Ben kendi ömrüm süresince bu kadar kapsamlı ve bu kadar küresel çapta bir olaya şahit olmadım. Yaşıyoruz, yaşayacağız… Naçizane önerim, kendi içinizde bu sürecin getirdiği değişimleri yaşamaya ve gözlemlemeye devam ederken, yapılan standart yorumların ötesinde, yarattığımız kültürün hipnozuyla oluşmuş sanal gerçekliklerin nasıl birer birer çöktüğünü, bu çöküşlerin aslında ne güzel bir boşluk yarattığını, nasıl bir gelişime vesile olduğunu izlemeye çalışın.
Güzel günlerde yeniden kucaklaşmak dileğiyle…
25 Mart 2020
Ne ilginç paradoks değil mi? Herkes birbirine muhtaç ama kimse birbirine yaklaşamıyor… Şu virüs çok şey öğretecek anlaşılan…
22 Mart 2020
6 Ocak’tan bu yana sosyal medyadan mümkün olduğunca uzak durdum. Şimdi evde olunca gündemle ilgili bir iki fikrimi paylaşmak istedim. Sosyal medyadan uzak durmaya devam edeceğim… Bu yüzden yorumlarınıza yanıt veremezsem kusura bakmayın.
Bu ara aslında haberleri de çok fazla izlemiyorum… Sadece evde konuşulanlar ve gazetelerden okuduklarım konu hakkında bilgilenmem için yeterli oluyor…
Yaşamım boyunca bu salgına benzer çeşitli salgınlar gördük. Bu seferki elbette daha önce görülenlerden daha güçlü ve daha kapsamlı… Virüsün niteliği, gücü vs. bu konuyla ilgili bilim insanlarının inceleme alanında.
Corona salgını elbette çok farklı açılardan incelenebilir ve üzerinde çok konuşulabilir.
Benim odak noktam, bu salgının meydana getirdiği “birleşme.” Öncelikle hangi ulustan olursa olsun, neye inanırsa inansın, ne düşünürse düşünsün, ne hissederse hissetsin herkes bu minicik virüs karşısında “eşit.” Yani virüs, milliyet, din, dil, ırk, etnik köken vs. ayırt etmiyor. Vücuduna katıldığı herkese aynı şeyi yapıyor. Bu salgının bana düşündürdüğü en çarpıcı şey bu oldu: Doğal etmenler karşısında hepimiz eşitiz. Küresel tehditler haliyle küresel farkındalığı ve küresel birliği zorunlu kılıyor. Bir doğal afet lokal etkilerle sınırlı kalabilir. Hatta haberimiz bile olmayabilir. Ya da bizi hiç etkilemeyebilir. Ama şu virüs öyle bir oyun yarattı ki, hiç kimse “banane” diyemiyor.
Çünkü görmezden geldikçe olay ciddileşiyor. Bu durumda herkes aynı tedbirler etrafında “birleşmek” ve mecburen “aynı” şeyleri yaşamak zorunda kalıyor. Kaale almayanlar zaten yakın zaman sonra bedelini ağır biçimde ödeyecek.
Dikkatimi çeken başka bir paradoks da şu oldu: Bu salgın mecburi bir izolasyon yarattı. Düşünsenize, geçtiğimiz günlerde dışarılarda dolaşan bir arkadaşınızı, riskli olduğu için evinizde kabul edemiyorsunuz veya onunla buluşamıyorsunuz. Bizim oğlan, geçen gün bana “Baba yaşıtlarımla buluşmayı çok özledim.” diye dert yandı. Yakınlarda oturan bir arkadaşıyla buluştuğu zaman bir metre arayla oturuyorlar. İnsanlar sevdiklerine sarılamıyor, kucaklaşamıyor, birbirini öpemiyor. Çok ilginç bir durum değil mi? Eminim ki büyük ihtimalle pek çok insan bu izolasyon durumu ortadan kalktığı zaman ilişkilerine yeni bir gözle bakacak diye düşünüyorum.
Bu konuda çok şey söylenebilir. En çarpıcı olanlarından bir tanesi de bu tip ekstrem şartlarda her zaman olduğu gibi “değerler”in ya da “öncelikler”in zorunlu olarak sorgulanması. Herkesin önceliği bir anda değişti. Acı bir durum ama büyük ihtimalle kısa süre sonra pek çok insan işini kaybedecek. Otomatik biçimde sürdürülen ve belki de değeri fark edilmeyen bir sürü şeyin önemi şimdi anlaşılıyor… Minicik bir virüs… Kimselerin, ne devletlerin, ne milletlerin, ne liderlerin, ne yazarların vs. yapamadığını yaptı… İnsanları zorla aynı koşullar altında birleştirdi…
Ha bu arada “birleşme” sözcüğüne öyle fazla anlam yüklediğimi düşünmeyin. Yani bu salgın geçtikten sonra insanların el ele omuz omuza olacağını ve böyle kalacağını sandığımı ve umduğumu zannetmeyin… Çünkü böyle olmayacağını gayet iyi biliyorum. Salgın geçtikten sonra elbette bir şeyler değişmiş olacak, ama çoğu insan için aynı otomatik koşturma ve bilinçsiz tüketim vs. devam edecek. Ama belli ki bu iş belleklerde sıkı bir iz bırakacak… Düşündükçe çok daha fazlası söylenebilir. Ama bana göre burada yatan “gizli güzellik” gözle göremediğimiz, hatta normal mikroskopla bile göremeyeceğimiz kadar minik bir yaratık insanlığı geçici de olsa birleştirdi… Değişimlere, sorgulamalara, sahte gerçekliklerin yıkımına, otomatikçe yapılan bir sürü şeyin yokluğunda da yaşayabildiğimizi anlamamıza ve ifade gücümün yetmediği daha pek çok şeyi anlamamıza yol açtı ve açıyor…
Son olarak herhalde şunu da anladık, adına “yaşam” denilen, kontrol edemediğimiz bizi kapsayan daha büyük bir gerçeklik var. Ve adına “ölüm” denilen ne halt olursak olalım hiçbirimizin kaçamayacağı nihai son… İşte “corona” ismini verdiğimiz bu minicik virüs hepimizi zaten birleştiren gerçekleri ister istemez kavramamıza ne güzel vesile oldu… Ha zavallı virüsün böyle bir amacı yoktur elbette… Ama belli ki doğanın bizim için tanımladığı bazı amaçlar var… Ve istesek de istemesek de bizi bu amaçlara doğru yönlendiriyor… Güzel günlerde fiziksel olarak buluşup kucaklaşabilmek dileğiyle…
23 Aralık 2019
Bir şey söyleyeyim mi? Yaşamın gizemi falan gibi şeyler sadece bir kelime oyunundan ibaret. (Hoş, pek çok şey kelime oyunu ama…) Yaşamın hiçbir gizemi yok… Sadece zihnimizin nüfuz edemediği, kavrayamadığı -hatta olduğunu zannederek fazladan kurguladığı- bazı bağlantılar var. Yaşam kendi içinde zaten mükemmel işleyen bir sistem… Ama zihnimizdeki algıları yöneten yazılımlar mükemmel olmadığı için ille durduk yerde bir şeyler üretiyor… Kendinizi bir anlığına kelimelerden ve yapay imgelerden örülü dünyanın ötesine geçirebilirseniz, gerçek dünyayı gerçek duyularla deneyimleyebilirseniz, aslında sorun yaratan tek şeyin zihin olduğunu da kavrayabilirsiniz… Yaşamın kendisinde hiçbir kusur yoktur. Ama zihnimiz bu mükemmelliği layıkıyla kavrayıp temsil edebilecek bir düzeyde değil… Sonra ne oluyor? Kendi yarattığımız sorunlardan kaçmak için “gizem”li işlerin peşinden koşmaya başlıyoruz. Sorumluluğu yaşama, gezegenlere, başkalarına, psişik etkilere, şeytani güçlere vs. yüklüyoruz… Bu sefer dertler daha da büyüyor, çünkü kurgu üzerine kurgu bindiriyoruz. Eğer yaşamınızda bir şeylerin daha huzurlu, daha sakin ve daha verimli hale gelmesini istiyorsanız, zihninize gerçeklerle kurguları birbirinden ayırt eden bir mekanizma kurun… Çünkü inanın bana, şizofrenlik sadece o tanıyı almış insanlara mahsus bir durum değil. Şizofrenlik hepimizde var. Çünkü hepimiz o kadar çok kurgu yapıp bunun gerçek olduğuna inanıyoruz ki… Bunu fark edebilecek bir boşluk bile yaratamıyoruz… İşte bu boşluğu yaratmayı becerebilir, kurgu filtresini de zihninize install ederseniz, göreceksiniz ki içeride zaten her şey kurgudan ibaret… Biraz direk yoldan ve kesin ifade ediyorum, lütfen kusuruma bakmayın. Bunlar da benim kurgularım )) (Buraya nereden geldim? Bir yerlerde okuduğum “gizem” sözcüğü beni bunları yazmaya yönlendirdi…)
19 Aralık 2019
“Paralel gerçeklik,” “paralel evren” gibi kavramlar ne kadar doğrudur bilemem… Sonuçta soyut teoriler. Ama şu an dünyada kaç kişi yaşıyorsa o sayıda paralel gerçeklik olduğunu varsaymak hiç de mantıksız gelmiyor… Aynı dünyada yaşıyoruz ama her birimizin gerçekliği kendine özgü… Bir kere iki kişinin tam olarak aynı mekanda olması imkansız. Sırf bu yüzden dünyada 8 milyara yakın paralel gerçeklik var, her biri kendi dünyasını tek gerçek sanan… Ve aslında her biri tek bir anın içinde olduğu halde kendi zamanını yaşayan… İşte sırf bu yüzden “biz” olmak çok kıymetli. Biz olunca birkaç gerçekliği aynı anda yaşamak bir dereceye kadar mümkün… Sırf “ben” olup kendi gerçekliğine sıkışmaktansa, “biz” olup aynı anda birkaç paralel evrende yaşamak daha güzel değil mi?
5 Temmuz 2019
Yapılması gereken şey yapabileceğin bir şeyse, başkasından bekleme, yap!
5 Mayıs 2019
Anlamlandıramadığın şeylere uydurmadan derin anlamlar yüklemek yerine hiç anlam yükleme, olduğu gibi kabul et, daha iyi…
12 Nisan 2019
Çaba gösterdiğiniz halde bir şeyler düşündüğünüz gibi olmuyorsa, daha güzeli oluyor demektir…
Bu ilk bakışta çok basmakalıp bir söz gibi gelebilir, ama en azından kendi yaşam deneyimim boyunca şahit olduğum durum bu… Zihnimiz kendine göre değişik senaryolar yazabiliyor, ama aslında içinde varolduğumuz daha büyük sistem her zaman bizim gerçek ihtiyaçlarımızı bizden daha iyi biliyor. Ve eğer bunları kabullenebilirsek, yaşam çok daha güzel bir hale geliyor… Kendini kahredip kurban rolünü sürdürmek isteyenler bunun tadını çıkarmaya devam edebilir. Ama kabullenmemiz gerekenleri kabullenmeden değiştirmemiz gerekenleri de değiştiremeyiz…
10 Nisan 2019
Bir şey için endişelenirken, o konuyla ilgili, o anda bir şey yapıp yapamayacağınızı sorgulayın… Eğer yapabileceğiniz herhangi bir şey yoksa, bu endişeyi bırakamasanız bile en azından ne kadar beyhude olduğunu fark edin… Bunu fark ettiğiniz anda zaten şiddeti azalacak ve yeterince durup beklerseniz bir süre sonra geçecektir…
2 Nisan 2019
Yaşam iki şeyden oluşur:
1. Yaşamın kendisi…
2. Sizin yaşam hakkındaki düşünceleriniz….
Birincisi gerçekte olan, ikincisi ise zihninizdeki kurgulardır. Yaşamı gerçekten yaşamak ve içinizdeki yaşam gücüyle bağlantıda olmak için bedende olmanız gerekir. Biz yaşamı sadece beyin ve sinir sistemi aracılığıyla deneyimleriz. Bundan başka bir deneyim aracımız da yoktur. Dolayısıyla yaşamı nasıl deneyimlediğiniz beyninizi nasıl kullandığınıza bağlıdır. Eğer duyularınız açıksa, yani duyu organları aracılığıyla gelen sinyaller beyninizdeki kurgular tarafından örtülmemişse, yaşamın kendisini deneyimleyebilirsiniz. Ama çoğu zaman olduğu gibi, düşünceleriniz yani zihninizdeki kurgular duyumlarınızın üzerindeyse, bu durumda yaşamla olan bağlantınız kopmuş demektir.
Günümüz koşulları bizi gerçek yaşamdan koparıp sanalın da sanalı bir dünya içine hapsedebiliyor. Eğer “yaşamak” istiyorsanız bakın, görün; dinleyin, duyun; bedeninizi kullanın, hislerinizi ve duygularınızı hissedin. Çocuklarla vakit geçirin, çocukluğunuzu hatırlayın. Her fırsatta doğal ortamlara gidin. Çiçekleri koklayın, yediğiniz şeylerin tadının farkında olun.
Zihninizdeki her türden kurgu yaratan mekanizmaları gerektiğinde susturmayı becerirseniz, gerçekten yaşamaya başlayabilirsiniz. Aksi halde zihninizin esiri olup, özgür olduğunuz zannıyla aynı filmleri tekrar tekrar izler durursunuz. Sonra da size tüm imkanlarıyla hizmet eden yaşamı suçlar ve kendinizi zihnin oluşturduğu sanal hapishaneye tıkarsınız.
Eğer gerçekten özgür olmak ve “yaşamak” istiyorsanız, öncelikle özgür olmadığınızı ve gerçekten yaşamadığınızı fark etmeniz, sonra da “yaşam hakkındaki düşünceleriniz”den vazgeçmeniz gerekir. Bir parçanız düşüncelerden kurtulduğunda öleceğini zannedebilir, halbuki durum tam tersidir: Düşüncelerden yani kurgulardan kurtuldukça gerçekten yaşamaya başlarsınız.
27 Mart 2019
Zihnimizin kelimeler ve imgelerle yarattığı sanal gerçeklik, duyularla algıladığımız gerçekliğe baskın gelmeye başlayınca, kendimizi zihinsel bir hapishaneye tıkmış oluruz. Bu belli bir gelişim aşamasının gereği olarak içinden geçilmesi gereken bir durumdur. Nereye kadar? Yarattığımız sanal gerçeklik işlevini yitirip bozuluncaya ve bundan rahatsızlık duyuncaya kadar… Sonrasında zihnin ötesine geçip bu sanal dünyayı sadeleştirmek, duvarlarını yıkmak ve böylece duyumlarla imgeler arasındaki dengeyi daha sağlıklı bir hale getirmek mümkündür. Eğer duyularınızı açıp gerçek dünyayı daha net bir fazda deneyimlerseniz, problem olarak nitelendirdiğiniz pek çok şeyin eriyip yok olduğunu fark edebilirsiniz… Çünkü, fiziksel bir tehdit ya da sağlık sorunu dışında hiçbir şey gerçek problem değildir… Kısacası kendinizi sebepsiz yere kötü hissettiğinizde bilin ki imgeleriniz duyumlarınıza baskın gelmiştir. Eğer böyle bir durumda imgeleri susturup, duyumları açarsanız her şeyin mükemmel bir düzen içerisinde yolunda olduğunu da görebilirsiniz…
28 Şubat 2019
Aslında tek bir problemimiz var: Tamamen sübjektif bir gerçeklikte yaşadığımız halde, bunu fark etmeden veya unutarak, yarattığımız bilgi sistemlerinin objektif olduğunu zannetmek…
2 Şubat 2019
Korkularımız psişemizdeki en ilginç çelişkilerden birisidir. Gerçek bir tehdit karşısında meydana gelen otomatik korkudan bahsetmiyorum. Psişemizin karanlık köşelerinde yuvalanmış olan derin korkular… Kibirin baş sebebi olan, sanal bir pozisyonu koruma isteğiyle meydana çıkan korkular… Hayallerinin yıkılması ihtimaline karşı o hayal alemini korumaya çalışmaktan kaynaklanan korkular… Hakikatin ışığıyla aydınlanmak yerine karanlık köşelere saklanıp karanlıkta olduğunu bile bile oradan kurtulmanın acı verici olacağı zannıyla duyulan korkular… Kendi yalancılığını için için bilerek bu yalanlara başkalarını da ortak edip hep birlikte kanmaya devam ederken eninde sonunda foyasının ortaya çıkacağını bilmekten kaynaklanan korkular… Eğer içinizde gerçek bir tehdit dışında herhangi bir korku varsa, bilin ki bu içinde bulunduğunuz ana ait bir korku değildir. Bunun sebepleri psişenin farklı katmanlarına dağılmış olabilir. Korkunun en büyük paradoksu kendi kendisini beslemesidir. İnsan korkudan uzaklaşmak için gayret ettiği sürece korkularını daha fazla besler. Çünkü korkudan kaçmaya çalıştıkça ondan daha fazla korkar hale gelirsiniz. Zayıflığınızın görülmesinden korkar ve daha da zayıf bir duruma düşersiniz. Güven arayışı devam ettiği sürece korku oradadır. Eğer gerçek anlamda korkularınızdan kurtulmak istiyorsanız -mümkün müdür bilmiyorum ama- güvenlik hissini feda etmeniz gerekir. Çünkü güven – korku ikileminin üzerine çıkmadan korkularınız bitmez. Güven varsa korku da vardır. Korku varsa, güven arayışı da… Bu bitmez bir döngü halinde kendi kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi dönmeye devam eder. Korkularınızın çoğunun yapay olduğunu bilir ve korku duyan parçalarınızı kabullenirseniz iş biraz daha kolaylaşır. Eğer içinizde ille de üstün gelmeye ve diğer insanlardan üstün durumda olma isteği duyan bilinçdışı parçalarınız varsa o zaman korkularınızdan kurtulmak da üstünlük hayali gibi bir hayal olarak kalacaktır. Kısacası içinizde derinlerde bir yerde korku varsa, bir şeyler ters gidiyor demektir. Korkunuz olmadığını zannediyorsanız başınız daha büyük dertte demektir. Eğer gerçekten kaybedecek bir şeyiniz yoksa o zaman zaten bu iş bitmiş demektir. “Günah” kavramının izleri kolektif bilinçdışının derinliklerinde durmaya devam ettiği sürece pek çok insan bir taraftan korkmaya devam ederken diğer taraftan günah repertuvarını sergilemeye devam edecektir. Nereye kadar? “Günah – Sevap” ikileminin üzerine çıkıp gerçekten kendi içinde bir bütün haline gelinceye kadar…
12 Ocak 2019
Kavrayamadığımız ve sürekli unuttuğumuz en önemli şeylerden biri, zihnimizin ve idrakimizin sonsuzluk karşısında sonsuz derecede kısıtlı olduğu değil mi? Bilimsel ve felsefi tartışmaların arkasında hep bu gerçeğin unutulması veya fark edilmemesi yatıyor. Bir “insan” kendi idrakince bir “teori” üretiyor. Sonra herkes bu teoriye tapmaya başlıyor. Bir süre sonra bu teori taşlanıyor. İyi de adı üstünde zaten “teori.” Bizim alemimizde “teori” olmayan bir şey var mı ki? Bütün gerçekliğimiz teoriler üzerine kurulu değil mi? Bunda bir sıkıntı yok, teorilerimizle yaşayıp gidiyoruz. Ama iş boyumuzu aşan ve zihnimizin aslında kavrayamayacağı konularda teori üretmeye gelince, sarpa sarıyor. Mesela bir lise öğrencisi fizik dersinde “Hocam Büyük Patlama’dan önce ne vardı?” diye sorsa, alacağı cevap genellikle “bilmiyorum” olmaz. Herkes kendince hikaye yazmaya başlar. İyi de Büyük Patlama’nın olduğunu kim gördü ki? Aslında bunu da bilmiyoruz. Yarım yamalak beynimizle gözlediğimiz bir şeyleri yorumlayarak yine yarım yamalak sonuçlar çıkarıp, onları büyütüp sonra da onlara tapıyoruz. Yani kısacası söylemek istediğim laf şu: Şu an poponu yırtsan algıladığın, düşündüğün her şey sübjektif bir algıdan ibaret, en objektif zannettiğimiz şeyler dahil. Beynin her kim tarafından -bunu da asla bilemeyiz- nasıl dizayn edildiyse, limitleri nasıl konduysa algıladığın da o kadardır. Bunu unutup göz ardı ettiğimiz anda yazmaya başlarız. Her şeyin insan gelişiminde bir adım olduğunu tarihe baktığımızda zaten anlıyoruz. Fakat devrimizde en başarılı olduğuna inandığım bilim adamları belirsizlik aleminde mutlu olmayı becerebilen ve ulaştığı hakikatlerin mutlak olmadığının farkında olanlardır. Bu da biraz doğu zihniyeti, yani sağ beyin tarzı bir bakış gerektiriyor. Batı mantığı -sol beyin- çelişkilerden çok rahatsız olur. Ama sağ beyin her zaman birbirine zıt ve çelişkili olasılıkları bir arada tutabilir. Ve çelişki zaten varoluşun anlaşılmaz ve kavranılmaz sonsuzluğu karşısında aldığımız zihinsel bir tavır değil mi? Yani evrenin kendisinde herhangi bir çelişki, herhangi bir sorun var mı? Böyle bir şey olsaydı, şu an hiçbirimiz var olmazdık zaten. Çelişki dediğimiz şey, evvelki düzeyde kendi ürettiğimiz bir teorinin, şimdiki düzeyde ürettiğimiz yeni bir teoriyle çatışması değil mi? Yani ikisini de zaten sen icat ettin. Uzun lafın kısası, gerçekliğimizdeki her şeyin tamamen “sübjektif” olduğunu anlayıncaya kadar daha “objektif” bir anlayış kazanmamız mümkün değil. Ayrıca “objektif” lafı bile bizim kendi gerçekliğimizde uydurduğumuz bir kavram. O yüzden önerim, hiç kendinizi kasmayın. Ya da dilediğiniz kadar kasın… Sonsuzluk içinde her şey yükselip gidiyor işte…
4 Ocak 2019
Doğadaki formlar yaşamın ardında işleyen prensipleri ne kadar güzel yansıtıyor… Büyüme, saçaklanma, gelişim ve bütünlük… Yaşamın özü doğanın kendi içinde saklı…
4 Kasım 2018
Ne düşünüyorsun? sorusu her seferinde insanı tahrik ediyor… Şu an bu soruyu şöyle yanıtlamak geldi içimden:
Uzun yıllardan beri “ruhsal” başlığı altında toplanabilecek konular hakkında araştırmalar yaptım. Bir sürü şey okudum, bir sürü şey dinledim ve izledim, bir sürü deneyim yaşadım, bir sürü insanla tanıştım, bir sürü şey yazdım, bir sürü şey anlattım, bir sürü eğitim verdim…
Bütün bunların sonunda ulaştığım anlayış beni “ruhsal” diye nitelendirilen pek çok bilginin aslında kurgusal olduğu sonucuna ulaştırdı. Ve anladım ki hakikati kucakladığını sanarken aslında kumda oynamışız. Elbette dünyada geçirilen hiçbir aşama boşuna değil, ama aklı başında insanların kurgularla gerçekleri birbirinden ayırt etmesi yerinde olmaz mı?
Yaklaşık on küsur yıldır takıntılı biçimde anlatmaya çalıştığım bir şey var. Dünya’da yaşarken düşündüğümüz, konuştuğumuz ve lisan ile ifade ettiğimiz her şey bizim beynimizin oluşturduğu bir temsildir. Facebook’ta yazdıklarımı karıştırırsanız bununla ilgili çok defa benzer şeyleri yazdığımı görebilirsiniz.
Bizim için ruhsallık sadece beynimizin kavrayabildiği kadarıyla oluşturduğu temsili bir imgeler topluluğudur. En üst düzey ruhsal deneyimleri bile yaşamış olsanız bunun sonrasında anlatabileceğiniz tek şey beyninizde kalan anılardır. Yani kıçımızı yırtsak burada beynin oluşturduğu imgelere bağlıyız. Bu, elbette bilincin beyinle sınırlı olduğunu göstermiyor, ama buradayken her şey beyinle sınırlı.
O zaman sonsuzluğun yanında küçücük bile denmeyecek biyolojik bir makinenin oluşturduğu simülasyonlara dayanarak algıladığımız şeyin hakiki gerçeklik olduğunu nasıl düşünebiliriz ki?
Klasik örnek: Dünya’da hiç kimse görme duyusuna sahip olmasaydı gerçekliğimiz nasıl olurdu? Dünya’da hiç kimse görme ve işitme duyusuna sahip olmasa? Dünya’da hiç kimse görme, işitme ve dokunma duyusuna sahip olmasa? Bilinç diye bir şey kalır mıydı?
Demek ki burada bilinç dediğimiz şey tamamen duyulara dayalı ve belli sınırlarla limitlenmiş bir makineden ibaret.
Hal böyle olunca duyuların ötesindeki gerçeklikler var olsa bile -elbette var olmalı- bizim onlar hakkındaki algımız sadece beyne dayalı imgelerden ibaret kalıyor. İşte burası “kurgu”ların başladığı nokta. İmgeleme gücü biraz fazla insanlar beyinlerinde diledikleri her şeyi yaratabilirler. Ve ilginçtir ki psişik olarak “hassas” diye nitelendirilen tüm insanların “imgeleme” becerileri çok gelişmiştir. Yani örneğin görsel olarak imgeleme gücü yüksek olmayan bir “görücü” yoktur.
Duyular dışı algılamaları reddeden biri asla değilim. Çünkü bunların hepsi çok sıkı şartlarda test edilmiş ve onaylanmıştır. Ayrıca herkes kendince normal şekilde açıklanamayacak bazı deneyimler yaşamıştır. Bu tamam. Ama benim dikkat çekmek istediğim husus psişik algıları olan insanların “imgeleme” yetileri de fazlaca gelişmiş olduğu için kolayca yazabildikleridir. Yani burada imgelerle algılar çoğu zaman birbirine karışır.
İnsanlar için belki de en büyük ihtiyaçlardan birisi kendinden daha geniş bir bütüne ait olduğunu hissetme ihtiyacıdır. Bunun sebebi aslında temelde her şeyin kendinden daha geniş bir bütüne ait olduğu gerçeği olmakla birlikte, belli aşamalarda insan bunu sadece bir inanç olarak kabullenir. Yani idrak etmeksizin sadece ona öğretildiği biçimde kabul eder.
İşte bu ihtiyacın ve arayışın neticesi olarak insanlar “ruhsal” olarak adlandırılan bazı öğretilerin peşinden giderler. Bunun çok çeşitli örneklerini bugün bol miktarda görebilirsiniz.
Amacım kimsenin gittiği yolu küçümsemek ve yargılamak değil. Zaten herkes dilediği yoldan gidebilir ve gidiyor. Ama biraz yol tepmiş bir kardeşiniz olarak önerim, bir şeyleri okuyup dinlerken lütfen yalnızca kalbinizle değil, aklınızla da irdeleyin. Ve lütfen fiziksel gerçeklikle bağınızı koparmadan öğrendiğiniz bilgileri yaşamınızda gerçekten kullanabildiğinizi kontrol edin. Eğer bir bilgi yaşamın içinde kendine yer bulamıyorsa bırakın yazdığı ya da söylendiği yerde kalsın. Ve yaşamınızda o bilgiye gerçekten ihtiyaç duyup duymadığınızı kontrol edin. Sizin bir derdinize çare olup olmadığını kontrol edin. Yani sağlıklı bir kontrol mekanizmasıyla öğrendiğiniz şeyleri süzgeçten geçirin. Kanıtlanabilirliği olmayan şeyleri ihtiyatla bir kenarda tutun. Belki bir gün işinize yarayabilir, ama sizi yaşamın gerçekliğinden koparan ruhsallık gerçekten ruhsal gelişime hizmet etmez. Çünkü burada ruhsal gelişim denilen şey tamamen beynin ve sinir sisteminin eğitilmesinden başka bir şey değildir. Tüm ruhsal pratikler temelde beynin ve sinir sisteminin eğitilmesi üzerine kuruludur. Daha yüksek düzeyli tesirlere ekran olabilmek ancak beynin ve sinir sisteminin düzgün biçimde eğitilmesine bağlıdır. Bu da şu anlama gelir, ruhsal gelişim tamamen yaşamın içinde olarak, yaşamın gereklerini sonuna kadar yerine getirerek gerçekleşen bir yolculuk. Diğer türlüsü “mitik” düzeydeki inançların tekrarından başka bir şey değil. Ruhsal boyutta nelerin olduğunu kavrayabilmenin tek aracı bizim için beyinse o zaman beyni geliştirmekten başka işe yarar bir şey var mıdır? Ve beynin de bir sınırı olduğuna göre ruhsal gerçeklere ulaşma yolunda kendinizi hayal üretmeye zorlamayın. Beyninizi yaşamın içinde yaratıcı olmak için eğitin. Kurgu yapacaksanız, işe yarar bir şeyler kurgulayın. Çünkü inanın metafizik kurgular bize ruhsal gelişim yolunda fazla bir mesafe kazandırmıyor, tam tersine oyalıyor.
Bu konuda küçük bir Facebook taramasıyla çok örnek bulabilirim. Örnekler vererek kimseyi rencide etmek istemiyorum, ama herhalde beni tanıyan arkadaşlar ne demek istediğimi anlıyorlardır.
Sonuç: Anlayışımız geliştikçe cahilliğimiz de aynı oranda büyüyor…
2 Kasım 2018
Umut ya da umutsuzluk az miktarda dış koşullara bağlı olmakla birlikte aslında tamamen iç dünyamızdaki anlamlandırmalara bağlı olarak gerçekleşen bir haldir. Yani bir beklentiniz varsa bu beklentinin gerçekleşme ihtimalini nasıl değerlendirdiğinize bağlı olarak umutlu ya da umutsuz bir hale girersiniz. Eğer hakiki anlamda gerçekçi olmayı becerebilsek o zaman umut ya da umutsuzluk ikilemine de düşmezdik. Ve burada bir kez daha kullandığımız kelimelere bağlı olarak kendi kendimizi nasıl hipnotize ettiğimizi de görebiliriz. Çünkü belirli bir durum içinde aslında çok sayıda olasılık varken sözcüklerin kıskacında kalarak dijital bir dünyanın esiri oluveririz. Hayali duvarlar, hayali engeller, hayali sınırlar etrafımızı kuşatıverir. Sonra da hayata, insanlara, koşullara, kadere hatta Tanrı’ya söver hale geliriz. Bu öfkenin temel sebebi de aslında derinlerde bir yerde varlığımızın kendi kifayetsizliğinin sonucunu deneyimlediğini bilmesidir.
Bizim alemimizde her şeyin sübjektif olduğunu ve aslında hiçbir şeyin objektif olamayacağını kavrayabilsek belki bu ikilemlerin bazılarını sonlandırabilirdik. Umudu da umutsuzluğu da aşıp zihnimizdeki duvarların ötesindeki mükemmelliği görebilirdik.
19 Ekim 2018
Gençler hiç kasmayın. Burada illüzyondan kurtulamazsınız. En iyi ihtimal bunu fark edersiniz.
17 Ekim 2018
Yaşadığımız ıstırapların çok büyük bir bölümü içsel parçalarımızın bilinçdışı düzeyde birbirleriyle çatışmasından kaynaklanır. Gerçek bir bedensel acı dışında tüm duygusal acılar kendi iç kavgalarımızın yansımasıdır. Kavganın sebebi anlaşmazlık olduğuna göre buradaki temel sorun “anlam” sorunudur. Anlamlar değişmedikçe acı devam eder. Anlamı değiştirmek bazen vazgeçmeyi, bazen daha geniş açıdan bakmayı, bazen dünya modelinin yanlış olduğunu fark etmeyi, bazen kabullenmeyi, bazen yeni şeyler öğrenmeyi gerektirir… Nerede direnip nerede teslim olmanız gerektiğini öğreninceye kadar hırpalanırsınız…
7 Ekim 2018
Sözcükleri edebi bir üslupla kullanmak çok fazla becerebildiğim bir konu değil. Ama nadiren içimden geldiğinde şiir yazarım. Geçenlerde yazdığım bir şiir:
GÜZEL AYRILMAYI BİLMEK LAZIM
Güzel ayrılmayı bilmek lazım bu sahneden,
Zamanı geldiğinde bırakıp gitmek,
Güzel anılar bırakarak,
Gülümsemeyle anılmak için.
Güzel oynamayı bilmek lazım bu sahnede,
Bunun bir oyun olduğunu unutmadan,
Fazla ciddiye almadan,
Oyun bittiğinde alkışlanmak için.
Güzel izlemeyi bilmek lazım bu sahneyi,
Çünkü vakti gelip de oyun bittiğinde,
Oyuncular da gidecek, seyirciler de,
Öğrendikleriyle baş başa kalmak için.
Ve bilir misin tiyatro sahnesi aslında,
Yaşamı temsil eder de oyun sanılır.
Halbuki o hatırlatır insanlara,
Yaşamın da bir oyun olduğunu en sonunda.
Güzel ayrılmayı bilmek lazım her oyundan,
Arkanda güzel bir şeyler bırakarak…
Güzelce bitirmeyi bilmek lazım, ne kadar hüzünlü olsa da,
Her sonun yeni bir başlangıç olduğunu bilerek…
5 Ekim 2018
Epeydir Facebook’un “Ne Düşünüyorsun?” sorusunu cevaplamadım. Bugünkü düşüncem şu:
Birine kızdığınızda bu kızgınlık aslında kendinizedir. Bir parçanız diğerine kızmaktadır. Temelde karşınızdaki insanın kızdığınız şeyi size yapmasına izin verdiğiniz için kızgınsınızdır. Ve bir parçanız geçmişte bunu değiştirebilme şansınız olduğunu düşündüğü için kızgınsınızdır. Ve istemediğiniz bir şey size başkaları tarafından yapılmışsa mutlaka bir parçanız buna izin vermiş demektir. Daha da önemlisi buna ihtiyacınız var demektir. Çözüm elbette öfke değil, ne gerekiyorsa onu yapmaktır. Ve geçmişte olup bitmiş şeylere kızgınlık başımızın belasıdır. Çünkü sadece bir hayale kızmaktasınızdır. Ve bundan daha beyhude bir iş yoktur, ama yine de geçmişe kızarız. Halbuki bunun ilacı sadece şimdidedir. Ve bunu değiştirebileceğiniz tek an da şimdidir. Eğer tüm kızgınlığınızın kendinize karşı olduğunu fark ederseniz hemen olmasa bile zamanla kendinizle barışabilirsiniz. Değiştiremeyeceğiniz şeylere kızmakla kendinizi hiç yormayın. Değiştirebileceğiniz şeylere kızmak yerine değiştirmek için eyleme geçin. Değiştirmeyecekseniz de kızmayı bırakın. Çünkü kızgınlık aslında eylemden kaçmanın bahanesidir. “Ben bunu yapamıyorum.” ya da “Nasıl yapacağımı bilmiyorum,” demenin yararsız bir türüdür. Kızdığınız zaman gerçekte neye kızgın olduğunuzu bulur ve fark ederseniz kıymetli enerjinizi boş yere harcamamış olursunuz…
23 Mayıs 2018
Geçmiş dediğin zihninde bir imge, bir söz… Onu nereye yerleştireceğin sana kalmış… İster önüne koy engel olsun, ister tamamen unut, aynı film dönüp dursun…Ya da suyunu sıkıp iç, posasını at, sana güç versin, kaynak olsun…
19 Mayıs 2018
Ne söylesek az… Ne yapsak onun ideallerine ulaşmak zor… 99 yıl önce bugün başlattığı hareket bir ülkenin işgalden kurtarılmasından çok öteydi. Onun yaptıkları Emperyalizme karşı mücadelenin de ötesindeydi. O bir halkın daha fazla insan olma yolunda ilerlemesine önderlik etti. Varılması mukadder olan daha ileri insanlık aşamalarına doğru ilerleme yolunda tüm insanlığa örnek oldu. Yapmaya çalıştığı şeylerin ardındaki temel ilkeleri kavrayabilmiş olsaydık, bugün elbette bu durumda olmazdık.
Her şeye rağmen çok büyük bir ümidimiz var: Atatürk’ün işaret etmiş olduğu yüksek ilkeleri kimse yok edemez. Hakikatleri öldüremezsiniz. O yüzden ebedi gençler olarak hepimizin bayramı kutlu olsun! Ve tertemiz niyetli çocuklarımızın yolları açık olsun…
4 Mayıs 2018
Ait olduğun bir üst bütünü sezip kavrayamazsan, yaşamını anlamlandıramazsın. Yaşam ait olduğu bütüne tabi olarak yine devam eder, ama zihin anlamsız bir karmaşa hali içinde debelenir.
9 Nisan 2018
Gelişimin şu anki aşamasında zihnimizdeki simülasyonlar işi o kadar azıtmış ki, aslen sanal imgeler olduklarını unutup kendilerini gerçeğin ta kendisi zanneden birer figür haline gelmişler. Bir insanın zihnindeki imgeler -ki algılarımızın tümü beynin yarattığı birer imgedir- nasıl gerçeğin ta kendisi olabilir ki? Bu zavallı imgelerle oynarken nasıl olur da hakikati bulduğunu zannedebilir? Gerçekliğimizin doğası tamamen illüzyondan ibaret olunca, suyun içindeki balık misali, bu gerçekliğin dışında bir şeylerin mevcut olabileceğini kavramak da zor oluyor. Ama eğer beynin yalnızca aciz bir simülatör olduğunu kabul edip unutmazsanız, o zaman içinize bir rahatlık gelebilir. Simülasyonlarınızı geliştirmeye çalışabilirsiniz, ama yine de kıçınızı yırtsanız her şeyin her zaman beynin kapasitesiyle sınırlı kaldığını ve evrendeki her şeyin bu kapasiteye sığmayacağını hatırlamalısınız. Bunu derinden kavradığınızda kendinizle dalga geçmeye başlarsınız. Simülasyonun belli aşamasında gerçek olan bir şeyin bir üst aşamada komik bir fantezi olduğunu görürsünüz. Sonuç: Yaşadığınız sürece tümüyle beyninizin üretimi olan gerçekliği fazla ciddiye almayın. Ona fazla bağlanmayın. Çünkü oyunda bir üst level’a geçtiğiniz anda onların hiçbir değeri kalmaz.
8 Mart 2018
“Evren sonsuz” falan gibi şeyler söylüyoruz ya… Asıl sonsuz olan bunu söyleyen… Eğer iç dünyanda sonsuzluk algısı olmasa bunu nasıl söyleyebilirsin ki?
26 Şubat 2018
Bazen kendimizi ve yaşamı olduğu gibi kabul etmekte zorlanıyoruz… Ama “kabullenmek” deyince aklımıza ilk gelen nedense zor ve olumsuz şeyler oluyor. O yüzden de kabullenmeye otomatik olarak direniyoruz. Halbuki yaşamı gerçekten olduğu gibi kabullenebilsek, onun mükemmelliğini fark edebilsek, aslında orada ne kadar büyük kaynakların var olduğunu ve yaşamın her yönüyle tüm ihtiyaçlarımızı karşıladığını da görebilirdik. Kısaca, kabullenmeyi reddettiğinizde şu an sahip olduğunuz kaynakları da reddetmiş olursunuz…
25 Şubat 2018
Yaşam, aslında nasıl oluştuğunu bilmediğimiz ve kendimizce teoriler üreterek belli parçalarını anlamaya çalıştığımız bir süreç… Bilmediğimizi fark etmek ve kabul etmek ayrı bir mesele… Ama bu süreç bizi de var kıldığına göre o zaman neden korkalım ki? Kesinlikle bilmediğimiz birçok şey yaşamı desteklerken, Dünya ana tüm ihanetlerimize rağmen bizi hala kucaklarken bu telaş niye? Gelin şimdi kendinizi yaşamın şefkatli ellerine teslim edin. Mümkünse doğaya gidin, değilse bulunduğunuz yerden gökyüzüne bakın. Üzerine bastığınız Dünya’nın aslında ne kadar küçük bir zerre olduğunu hatırlayın. Bedeninizdeki tüm maddelerin onun bağrından geldiğini, size hayat veren havanın bitkiler tarafından üretildiğini, yediğiniz hemen her şeyin canlı olduğunu, yaşamın yaşamla beslendiğini ve Dünya’daki her şeyin Güneş’in enerjisiyle yaşam bulduğunu hatırlayın… Ve tabii bir zamanlar sizi seven, size hayat veren, bakıp büyüten birileri olmasa bugün hayatta olamayacağınızı da…
Aslında derinlerde ait olduğumuz bütünle olan bağlarımızı gayet iyi bilen bir tarafımız var. Tek sorun zihnimizin kendi yarattığı yapay dünyanın içinde kaybolup bu bağlantıyı unutması. Belli ki bu da geçilmesi gereken bir aşama, ama eğer zihninizi beslendiğiniz kaynakları fark edebilecek şekilde eğitirseniz, aslında hepimizin peşinde olduğu ama peşinde olduğunu fark etmediği “huzur”u yaşayabilirsiniz…
24 Şubat 2018
Neye inanırsanız inanın hepimizi birleştiren tek bir gerçek var: Yaşam… Hepimiz canlıyız, derimizi sıyırdığımız anda hepimiz aynı organlara sahibiz ve canlı kalmak için hepimiz aynı şeylere muhtacız… Bu birliği kavradığınız anda diğer farkların çok küçük ayrıntılardan ibaret olduğunu görebilirsiniz… O farkları büyüten zihnimizdir. Ve zihin yaşamla bir olduğunda hiçbir sorun kalmaz…
21 Aralık 2017
Facebook yine usanmadan soruyor “Ne düşünüyorsun?”
Ne düşünsem hep aynı sonuca varıyorum: Zihnimdeki her şey beynimin şu anki kapasitesiyle oluşturabildiği bir imge. O zaman aslında değişen tek bir şey var: Zihnimdeki imgeler… Yeni bir şey öğrendiğimde olan bu… Yeni bağlantılar keşfettiğimde olan yine bu… İnsani uygarlığın gelişiminin ardında yine bu var: imgelerin değişimi… Yani gerçekliğimizi tek bir eylemle tanımlasak söyleyeceğimiz şey yine bu olurdu: Zaman ve mekan bilincimizin katılımıyla oluşan bir algı simülasyonudur. Yani? Eğer beynimiz ve duyularımız farklı biçimde ayarlanmış olsaydı gerçekliğimiz tamamıyla bambaşka olacaktı…
3 Aralık 2017
Ait olduğu daha üst bütünle ilişkisi kopuk fikirler sadece birer illüzyon olarak kalırlar. Kavramlarımız doğayla uyumlu hale geldikçe bağlantıları artar ve hakikate daha çok yaklaşır. Eğer hakikati arıyorsanız, ele aldığınız şeyleri parçası oldukları bütünle birlikte kavramaya çalışın. Ait olduğu bütünle bağlantısını yitiren her parça ölür. Canlılığını sürdüren her parça ait olduğu bütünden beslenir. Ait olduğu üst bütünü reddeden her görüş boşlukta kalmaya ve varllığını yitirmeye mahkumdur.
Ahenkli ve güzel olan her şey kendi içinde organik bir bütünlük taşır. Örneğin en güzel sanat eserlerini incelediğinizde kendi içinde organik bir bütünlüğün olduğunu görürsünüz…
27 Kasım 2017
İçinde çırpındığımız en acı paradoks, beynimizin yarattığı tamamen sübjektif bir gerçekliğin içinde yaşarken “objektif” bir gerçekliğin olduğunu düşünmek…
24 Kasım 2017
Bırakman gereken şeyleri tuttuğunun farkında değilsen bırakamazsın ki…
3 Kasım 2017
İçsel dünyanızda bir şeylerin değişmesini ya da farkındalığınızın artmasını dışsal koşullara bağlıyorsanız bu sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Çünkü bunu yaptığınızda yaşantınızı geleceğe ertelemiş olursunuz. İçsel değişim ya da huzura kavuşma yalnızca şimdi, şu an mümkün olan bir haldir. Ve yaşamla derinden bütünleşebilmenin en kestirme yolu şimdi’de kalmaktır. Diğer haller de yaşamın bir parçası olmakla birlikte, içsel dünyada bir şeyleri aramaya devam ettiğiniz sürece aradığınızı bulamazsınız.
1 Kasım 2017
“İndigo” Çocuklar
Yaklaşık 20 yıldır ortalıkta dolaşan bir kavram var: “İndigo Çocuklar” veya “Kristal Çocuklar” falan gibi isimlerle, yeni nesildeki ileri zekalı çocukları kastediyorlar. Buna da ayrı bir ruhsal anlam yükleniyor. O çocukların varlıkları sanki daha üstünmüş gibi. Oldum olası bu tip kavramlardan uzak durmayı tercih etmişimdir. Nedense bugün bu konudaki fikirlerimi yazasım geldi…
Birincisi, insanlığın bilgi birikimi ve bu birikimin paylaşıldığı iletişim imkanları hiçbir devirde görülmediği kadar artmış durumda. Yani şimdiki nesil, bilgiye erişim bakımından bize göre kat be kat avantajlı durumda. Kısacası şimdiki nesil duyusal anlamda müthiş bir bombardıman altında ve kognitif açıdan çok hızlı gelişiyor.
İkincisi, elbette nesiller ilerledikçe genetik birikim daha gelişmiş zekaya sahip çocukların doğmasına imkan sağlıyor.
Ama aslına bakarsanız “dahi” diyebileceğimiz insanların nüfusa “oranı” büyük ihtimalle hiç değişmedi, hatta aşağıya bile düşmüş olabilir. Sadece 1900 yılında dünya nüfusunun 1 milyar olduğunu ve şimdi 7 milyarı geçtiğini düşünürseniz, 7 milyar içinde elbette göze batar miktarda “dahi” olacaktır.
Ben şahsen her varlığın -farklı gelişmişlik düzeyinde olabilmesine rağmen- öz olarak aynı değerde olduğuna inanıyorum. Ve ayrı türde varlıklar olmadığına. Yani her insanın bedeni öldüğünde geriye kalan “öz” aynı şey. Yukarıda öyle “bu indigoydu, bu kristaldi, bu falancaydı” gibi bir kategorizasyon olduğu fikri bana hiç mantıklı gelmiyor. Dünya macerasına en ilkel düzeylerden başlarsın, doğa öle en sonunda belli bir düzeyde işi bitirip çıkıp gidersin. Bunun içindeki kategorizasyonlar, farklı kademelere isimler takmalar falan insanın oyuncaklarından ibaret. Yani kendi kendimize oynadığımız kelime oyunları. Yüceltme, üstünleştirme, alçaltma vs. gibi bazı tatminler.
Ama zaten insan olarak en büyük zaafımız gerçekte asla bilemeyeceğimiz konular hakkında hikayeler uydurup sonra da o hikayelere gerçekmiş gibi inanmak değil mi… Ruhsallık gibi görünmeyen alanlara girince bu hikayelerin bini bir para… Bizim memlekette zaten herkes inanmaya hazır olunca da yaz babam öyküyü…
Amacım asla kimseyi hedef almak ya da incitmek değil. Ruhsallıkla uğraşmama rağmen Türkiye’deki camiayı pek tanımam. Sadece facebook’a girdiğim zamanlarda öyle paylaşımlar ve öyle inangaç tavırlar görüyorum ki… Sadece şunu söylemek isterim: Lütfen doğrulanması mantıken mümkün olmayan hiçbir şeye doğrudan inanmayın. En azından sağlıklı bir şüpheyle sorgulayın. Ve edindiğiniz bilgi yaşamınızda bir işinize yaramıyorsa bırakın yazılı olduğu yerde kalsın…
29 Eylül 2017
Facebook’un bu “Ne düşünüyorsun?” sorusu çok iyi bulunmuş. Çünkü düşünmekten başka zaten ne yapıyoruz ki. Neyse epeydir bir şey paylaşmadım. Bugün şunu düşünüyorum Facebook:
Hani Sokrat’ın söylediği düşünülen bir söz var ya… “Tek bildiğim şey hiçbir şey bilmediğimdir.” mealinde. Onu günümüz diline tercüme edersek…
Tüm bildiğimiz şeyler zihnimizin kendi öğrenmelerine dayalı zanlarının kapasitesi ölçüsünde kurguladığı bir gerçekliktir. Bu gerçeklik tümüyle bir halüsinasyon değildir ama eşyanın tabiatı -beynin kapasitesi- gereği çok eksiktir…
30 Temmuz 2017
Daha büyük gerçeklikleri kavrayabilmek istiyorsan, beynini onları simüle edebilecek hale getirmen gerekiyor.
27 Temmuz 2017
Her Şey Sübjektif
Kavrayamadığımız ve sürekli unuttuğumuz en önemli şeylerden biri, zihnimizin ve idrakimizin sonsuzluk karşısında sonsuz derecede kısıtlı olduğu değil mi? Bilimsel ve felsefi tartışmaların arkasında hep bu gerçeğin unutulması veya fark edilmemesi yatıyor. Bir “insan” kendi idrakince bir “teori” üretiyor. Sonra herkes bu teoriye tapmaya başlıyor. Bir süre sonra bu teori taşlanıyor. İyi de adı üstünde zaten “teori.” Bizim alemimizde “teori” olmayan bir şey var mı ki? Bütün gerçekliğimiz teoriler üzerine kurulu değil mi? Bunda bir sıkıntı yok, teorilerimizle yaşayıp gidiyoruz. Ama iş boyumuzu aşan ve zihnimizin aslında kavrayamayacağı konularda teori üretmeye gelince, sarpa sarıyor. Mesela bir lise öğrencisi fizik dersinde “Hocam Büyük Patlama’dan önce ne vardı?” diye sorsa, alacağı cevap genellikle “bilmiyorum” olmaz. Herkes kendince hikaye yazmaya başlar. İyi de Büyük Patlama’nın olduğunu kim gördü ki? Aslında bunu da bilmiyoruz. Yarım yamalak beynimizle gözlediğimiz bir şeyleri yorumlayarak yine yarım yamalak sonuçlar çıkarıp, onları büyütüp sonra da onlara tapıyoruz. Yani kısacası söylemek istediğim laf şu: Şu an kıçını yırtsan algıladığın, düşündüğün her şey sübjektif bir algıdan ibaret, en objektif zannettiğimiz şeyler dahil. Beynin her kim tarafından -bunu da asla bilemeyiz- nasıl dizayn edildiyse, limitleri nasıl konduysa algıladığın da o kadardır. Bunu unutup göz ardı ettiğimiz anda yazmaya başlarız. Her şeyin insan gelişiminde bir adım olduğunu tarihe baktığımızda zaten anlıyoruz. Fakat devrimizde en başarılı olduğuna inandığım bilim adamları belirsizlik aleminde mutlu olmayı becerebilen ve ulaştığı hakikatlerin mutlak olmadığının farkında olanlardır. Bu da biraz doğu zihniyeti, yani sağ beyin tarzı bir bakış gerektiriyor. Batı mantığı -sol beyin- çelişkilerden çok rahatsız olur. Ama sağ beyin her zaman birbirine zıt ve çelişkili olasılıkları bir arada tutabilir. Ve çelişki zaten varoluşun anlaşılmaz ve kavranılmaz sonsuzluğu karşısında aldığımız zihinsel bir tavır değil mi? Yani evrenin kendisinde herhangi bir çelişki, herhangi bir sorun var mı? Böyle bir şey olsaydı, şu an hiçbirimiz var olmazdık zaten. Çelişki dediğimiz şey, evvelki düzeyde kendi ürettiğimiz bir teorinin, şimdiki düzeyde ürettiğimiz yeni bir teoriyle çatışması değil mi? Yani ikisini de zaten sen icat ettin. Uzun lafın kısası, gerçekliğimizdeki her şeyin tamamen “sübjektif” olduğunu anlayıncaya kadar daha “objektif” bir anlayış kazanmamız mümkün değil. Ayrıca “objektif” lafı bile bizim kendi gerçekliğimizde uydurduğumuz bir kavram. O yüzden önerim, hiç kendinizi kasmayın. Ya da dilediğiniz kadar kasın… Sonsuzluk içinde her şey yükselip gidiyor işte…
24 Temmuz 2017
Bir Sanat Eseri: Yaşam
Yaşamınızın nasıl bir sanat eseri olduğunu hiç fark ettiniz mi? Orada bulunan her karakterin nasıl yerli yerinde rol aldığını, kişiler arasındaki bağlantıların mükemmel örgüsünü görebilme şansınız oldu mu? Sanat eserleri yaşamın küçük ve basit bir kopyasıdır. Bir roman, bir tiyatro oyunu, bir öykü, bir senfoni, bir dans, bir tablo, bir heykel, bir film… Yaşamın sadece küçük bir kesitini yansıtır. Ve bize gerçekten güzel gelen, içimizde güzellik hissi uyandıran sanat eserleri yaşamın doğal örüntülerine en yakın olanlardır. Yani “güzel” sanat eserleri yaşamın içindeki arketipleri yansıtır. Onlar güzelliklerini kaynaklandıkları ilkelerden alırlar. Ama ne kadar güzel olursa olsun tüm sanat eserleri, adına yaşam dediğimiz bu muhteşem yapının çok eksik ve basit bir simülasyonundan öteye gidemez. Ve eğer dinlemeyi bilirseniz yaşam size en güzel müziği çalar, izlemeyi bilirseniz en mükemmel filmi izletir, görmeyi bilirseniz en ahenkli tabloları gösterir… Bunu fark ettiğiniz anda siz yaşamla bir bütün olduğunuzu; yaşamı dışarıdan izleyen, ondan kopuk bir parça değil, yaşamın dokusuyla beraber hareket eden, onunla beraber nefes alan, onunla beraber dans eden bir varlık olduğunuzu anlarsınız. Ve işte o zaman sanat ve sanatçı bir bütün olmuş demektir. Ve dışınızdaki dünya artık içinizdedir; ayrılık, zıtlık, çatışma ve kavga yoktur. Sadece mükemmel bir sanat eseri vardır: Yaşam…
18 Temmuz 2017
Hiç Düşündün mü?
Bu ara müzik paylaşasım var. Chick Corea’nın 1977 tarihli Musicmagic isimli albümünden “Do you ever” Harika bir şarkı… Sözleri de çok anlamlı… O yüzden İngilizce bilmeyen arkadaşlar için sözlerini de çevirmeyi deneyerek paylaşıyorum.
(Parçayı dinlemek için buraya tıklayın)
Hiç düşündün mü ölümden sonra,
Ne olacağını ve nereye gideceğini?
Hiç merak ettin mi neden buradayız?
Neden doğduk sen ve ben?
Bazen cevaplanması zor sorularla,
Başım derde girer.
Bazen otururum karanlıkta,
Kör olduğumu hissederek.
Sonra birinin dokunuşuyla gelen ışık,
Görme gücü verir bana.
Ve o an anlarım aslında bu dünyaya,
Özgür olmak için geldiğimi.
Hiç insanların yüzlerine baktın mı?
Ve dört bir yandaki griliği gördün mü?
Bir arkadaşa ihtiyaç duydun mu?
Seni anlayacak ve neşeni paylaşacak…
O özel kişiyi bulduğunda;
Seni gerçekten önemseyecek,
Problemlerini dinleyecek,
Yanında olmayı isteyecek o kişiyi…
Çok sayıda arkadaşa ihtiyacın yok,
Sana değerli olduğunu hissettirmek için.
Tek ihtiyacın o özel kişi,
Seni güldürecek ve tebessüm ettirecek…
Gördüğün zaman ne kadar kolay olabildiğini,
Kendini böyle iyi hissetmenin,
O zaman bileceksin bir insanın hem bütün olup
Hem başka birini nasıl sevebildiğini…
Ve o zaman saklambaç gibi saçma oyunlar
Oynamaya da ihtiyacın kalmayacak.
İşte o zaman bir sevgilinin ve bir arkadaşın
Mükemmel imgesi seninle kalacak…
(Hepinizin o özel insanı bulması dileğiyle…)
14 Temmuz 2017
Figürle birlikte zemini de fark edersen, kaosun ardındaki düzeni ve huzuru da görürsün. Boşluk her şeyden büyüktür ve her şey ona döner.
8 Haziran 2017
Yaşamın mükemmelliğini göremiyorsanız sorun yaşamda değil, zihninizdedir.
2 Mart 2017
Memleket Meseleleri
Şu memleket meselelerine girmeyeyim diyorum, ama bir şeyler söylemeden olmuyor. Aklımda, yüreğimde olanları paylaşayım dedim.
Bu memlekette kimler yaşıyor? İnsanlar. Dünya’nın her yerinde olduğu gibi… İnsan; tüm ikilemleriyle, tüm zaaflarıyla, tüm iyilikleriyle, tüm kötülükleriyle, tüm yaratıcılığıyla, tüm bağnazlığıyla vs. her yerde birbirine benzer özellikleri sergiliyor. Kimi kültürlerde bazı özellikler ön plana çıkarken, kimilerinde daha başkaları ön planda oluyor. Memleketler de bireyler gibi adeta… Hepsinin kendine göre genel karakteri var. Kendine göre zayıf yönleri, güçlü yönleri var. Türkiye ya da daha kapsamlı bir ismiyle “Anadolu” dünyadaki en ilginç ve orijinal yerlerden birisi. Doğu ile batının tam ortasında, tam arasında, ne tam doğulu, ne tam batılı, ne tam güneyli, ne tam kuzeyli, ne gelişmiş, ne geri… Kısacası hiçbir uniform kalıba sığmayan, hiçbir tanıma tam uymayan ilginç ve orijinal bir karışım… Civardaki pek çok kültürün izlerini taşıyor, civardaki pek çok ırkın genlerini taşıyor… Her şeyden bir parça var burada… Neredeyse bütün dünyanın küçük bir modeli gibi… Bu orijinallik yetmezmiş gibi bir de dünya tarihinde hiçbir yerde eşi benzeri görülmemiş büyük bir lider bu topraklarda yerleşen son ülkeyi yaratmış…
Neyse bizim buralar uç derecede çelişkilerle dolu ilginç bir yer vesselam. Hal böyle olunca “düalite”yi de en uç noktalarda deneyimleyen bir yer oluyoruz. Anadolu merhamet ve iyilikte hiçbir toplumun yarışamayacağı bir dünya yıldızıdır. Ama buna paralel olarak “gölge” taraflarımız da çok güçlü. Yani “iyi” insanlar tarafından hoş karşılanmayan, “kötü” olarak nitelendirilen, ayıplanan taraflar var ya… İşte bizde onlardan da bol miktarda var. Dürüstlüğe aşırı derecede önem verirken, üç kağıtçılığın ve yalancılığın azgınca şahlandığı, namusa aşırı önem verirken her türlü namussuzluğun yaşandığı, manevi değerlere önem verirken, insanların manevi duygularının sömürüldüğü vs. vs. durumlar… Bu zaten klasik bir hikaye değil midir? Bir kutup ne kadar güçlenirse onun karşıt kutbu da dengeyi sağlamak için o kadar güçlenecektir.
Dolayısıyla şu an yaşadıklarımızı herkes kendi açısından analiz edebilir. Ekonomistler, ekonomik açıdan, sosyologlar sosyal açıdan, siyasetçiler siyasi açıdan ve ve ve… Peki asıl atladığımız nokta bu topraklarda tüm insani yönleriyle “insan”ların yaşadığı olmasın? Tüm zaaflarıyla, tüm duygusal yaralarıyla, tüm travmalarıyla, tüm körlüğüyle, tüm bilinçsizliğiyle, tüm illüzyonlarıyla, tüm yanlış inançlarıyla ve tüm güzellikleriyle, tüm iyilikleriyle, tüm merhametiyle, tüm sevgisiyle, tüm insanlığıyla… İNSANLAR. Ve dünyanın kaynayan kazana döndüğü bu dönemde tüm dünya insanlığının parçası olan insanlar… Ve bir şeylerin değişmesi yine insanların değişmesine bağlı… Bugünlerde giderek artan bir biçimde “gölge”mizle yüzleşiyoruz. Nedir bizim gölgemizin en belirgin tarafları? Manevi sömürü, cinsel dengesizlik, tembellik, duruma göre kural değiştirme, cahillik, eril gurur, kurtarıcı beklentisi vs. Tamamen siyasi olaylardan (topu yerin dibine batsın) bağımsız bir şekilde söylüyorum: Bugün bunları dibine kadar yaşamıyor muyuz?
Peki nedir bunun bizde zaten mevcut ilacı? Merhamet, şefkat, kabullenme, fedakarlık, aile değerleri, insan sevgisi, olağanüstü yaratıcılık vs… İşte bana göre yaşadıklarımızın ardındaki asıl dinamik, bütün bunların dengeye gelmesi ve aslımıza dönmemizdir. Eh böyle bir süreç de içi dışına çıkmadan olmuyor… Buralarda her şey daha güzel olur mu, bilemem. Ama ne büyük bir beklentim var, ne de ümitsizim… Çünkü yaşananların hepsi “insan macerası”. Bu da dünyanın her yerinde aynı. Kundakla gelir, pamuk ve kefenle gidersin. Geriye hoş bir şeyler bıraktıysan ne ala… Bırakmadıysan gene canın sağolsun… Devran öyle de yaşasan dönüyor böyle de yaşasan…
10 Şubat 2017
İdrak ve Doğru Çaba
İnsan, ne düşünürse düşünsün, neye inanırsa inansın sadece “insan”dır. Evrenin düzeni hiç kimseye iltimas geçmez. Hiç kimse insan aklıyla olan bitenlerin arkasında görünmeyen kapsamlı sebep sonuç bağlantılarını ve hikmeti tam olarak anlayamaz. Bu yüzden eğer yapabiliyorsanız sadece kendinizle uğraşın. Sadece gerçekten olumlu yönde etki edebileceğiniz ve değiştirebileceğiniz şeyleri tespit edin ve onlar için çaba harcayın. Bunun ötesindekiler için endişelenmek hiçbir işe yaramadığı gibi enerjinizi gereksiz yere harcadığınız için etki alanınızdaki sorumlulukları da aksatmış olursunuz. Bize yarar getirecek şey ne endişe ne de pasif olmak… Şu an en çok ihtiyacımız olan “gerçekçi” olmak… Bu da bir idrak meselesi olduğuna göre, dileyelim ki “kendi” idrakimiz hep ilerlesin…
3 Şubat 2017
Lisan
Evrenin yapısında ne bir paradoks ne de kaos vardır. Bu kelimeler, diğer tüm kelime ve kavramlar gibi insan zihninin ürünleridir. Dolayısıyla birer yorumdan ibarettirler. Ama konuşmanın ve lisanı kullanmanın bize attığı kazık bu işte. Konuştuğumuz her şey bizim kendi zihin dünyamızda bir anda gerçeğe dönüşüveriyor. Böylece tamamen sanal bir dünyanın içinde hepten sanal hayatlar yaşıyoruz. Galiba “uyanma”nın en önemli adımlarından bir tanesi kelimelerden kurulu bir dünyanın içinde tamamen sübjektif bir hayat yaşadığımızı fark etmek…
28 Ocak 2017
Zihnin Oyunları
Size rahatsızlık veren her şey -fiziksel olarak zarar vermediği sürece- aslında beyninizdeki elektrik sinyallerinden ibarettir. Retinanızdaki bir leke, kulak zarınızda bir titreşim… Beyin tarafından yorumlanan bir sinyal… Duyularınızla algıladığınız şeylere yüklediğiniz gereksiz anlamlardan sıyrılıp, her oluşun ardındaki mükemmelliği sezebilirseniz gerçek huzuru deneyimleyebilirsiniz. Zihniniz buna itiraz edecektir… “Etrafta bir sürü sorun var,” diyecektir. Ama zaten asıl sorun zihnin kendisi değil mi?
12 Ocak 2017
Evren…
Kelimeler ve kavramlar sadece öznel gerçekliğimizi tanımlamak için bulduğumuz sembollerdir. Ama insanın tuhaflığı, sembolleri gerçeklerle karıştırabilmesi ve hayatı sembolik bir düzlemde yaşayabilmesi… Sanal gerçeklik bunu iyice katmerlendiriyor ve zaten sanal olarak yaşadığımız bir gerçekliğin içinde ikinci kat bir sanal gerçeklik yaratıyor.
Neyse lafı asıl söylemek istediğim şeye getireyim. Bir süredir herkesin diline doladığı bir söylem var: “Evren, sana dilediklerini verir. Evren, bununla sana şöyle söylüyor.” vb… Eskiden buradaki “evren”in yerinde “Tanrı” vardı. Şimdi burada dikkat etmek lazım, evren derken neyi kastediyoruz? Astronomik evrense, son zamanki bulgular doğrultusunda birkaç milyar kere büyüdü… Yani ucu bucağı olmayan bir şey evren… Sonsuzluk seninle niye uğraşsın? Biraz mütevazı olalım. Bizim hemen bir üstümüzde asıl bizimle uğraşan bir sistem var. Buna ne isim verirseniz verin fark etmez. Bir kere her şeyden önce kendi varlığımız var ve varlığımız bir bütünün içinde yer alıyor. Yani dualarımızın ulaştığı kaynak ancak bizim bir üstümüzdeki sistemdir. Ondan da önce hem fiziksel hem de psişik olarak bir sosyal çevremiz var. Yani yardıma ihtiyacımız varsa bize öncelikle yardım edecek olanlar, fiziksel ve psişik komşularımızdır. Evren mi? O zaten her şeyiyle yaşamı destekliyor. Onun düzeni zaten kendi içindeki değişmez kanunlarla sağlanıyor. Yani evren sadece beni değil, herkesi ve her şeyi kapsayan bir bütünlük. Ama şunu tekrar hatırlamak lazım ki, her şey kendinden sadece bir üstteki bütünlüğe tabidir. Ve öncelikle sadece “bir üstteki bütün” bizimle muhatap olur. Yani hücrelerimizin üst muhatabı organlarımız, organlarımızın üst muhatabı organizmamız, organizmanın üst muhatabı bizim kendi ruhsal varlığımızdır. Bizim varlığımızın üst muhatabı da içine dahil olduğu ruhsal idareci sistemdir. Bundan yukarısı şimdilik bizi aşar. (Tekrar söylüyorum, burada paylaştığım her şey sadece kendi içimde düşündüklerimi paylaşmak içindir. Başkaca bir maksadım yok. İşinize yararsa kullanın, yaramazsa unutun gitsin.)
28 Aralık 2016
İçsel Gelişim
Başka insanların ne yaptığı ya da ne olduğuyla ilgilenmeyi bırakıncaya kadar aynı tip insanlarla karşılaşmaya devam edersiniz. Her insanın belli bir varlık ve dolayısıyla anlayış düzeyi var. Hadi şimdi kendinize bakın ve yarın kendi anlayışınızı 10 basamak yukarı çıkarın. Bu mümkün mü? Ama bunu başka insanların başarmasını istediğimiz zamanlar olabiliyor. İstiyoruz ki, etrafta bizim anlayışımıza uymayan, hoşumuza gitmeyen herkes bir anda değişsin ve ortalık güllük gülistanlık olsun… Bir de istiyoruz ki, burada yazdıklarımız hemen bizim istediğimiz gibi anlaşılsın ve bunları okuyarak insanlar hemen bizim istediğimiz kıvama gelsin. Böyle bir şey yok elbette. Değişim / gelişim belli aşamalardan geçerek oluşan ve herkesin kendine göre bir hızda ilerleyebildiği bir “süreç”tir. Kişi kendisi isterse bu süreci hızlandırabilir, ama başka biri istedi diye bu süreç hızlanmaz. Bu durumda naçizane önerim, rahatsız olduğunuz insanlar varsa, kendi içinizde bunlardan rahatsız olan parçalarınızı bulun, onları tanıyın ve rahatsız olmayıncaya kadar uğraşın. Yani bu parçalarınızı geliştirin. (Gerekirse bu konuda yardım alın.) Bunu yaptığınızda inanın çevrenizde değişmeye ve gelişmeye namzet insanlara çok daha fazla yardımcı olabilirsiniz.
21 Aralık 2016
Gurur ve Kibir
“Gurur ve kibir gerçeğin önündeki en büyük engeldir. Her şeyi en iyi bildiğini zanneden, kendi gözüne en kalın perdeyi çekendir.” Bunu okuyan herkesin onaylayacağından eminim. Ama işin en kötü yanı, bu durumdaki pek çok kimse kendi gururunu ve kibrini görmez. Şimdi kendinize “Ben dünyanın en kibirli ve gururlu insanıyım.” deyin ve iç benliğinizin ne cevap verdiğini gözleyin… Halbuki hiçbir halt bilmediğimizi gerçekten bilebilseydik… Kimbilir, belki o zaman yeni şeyler öğrenme şansımız olurdu…
6 Aralık 2016
Gerçekliğimiz
İnsanın belki de en ilginç açmazlarından bir tanesi, kendi gerçekliğini zihninin şu anki imkanlarıyla yarattığı halde bunu unutup sanki nesnel bir gerçeklikmiş gibi onun içinde hapsolması herhalde. Hangi türden olursa olsun elimizdeki bilgi birikimi insan zihninin üretimidir. Dolayısıyla şu an mutlak gerçeklik olarak kabul ettiğimiz her şey aslında zihnimizin şu anki imkanlarıyla yorumlayabildiği kadarıyla oluşmuş kopyalardır. Sonra ne olur? Varsayımlar mutlak gerçek, savlar değişmez ilkeler, tezler kesin gerçekler haline getirilir. Bu da aslında bilmediğimiz konular hakkında kesin bilgiye sahipmiş gibi ahkam kesmeye yol açar. Zorla değil, ama dünyamızda gerçekten her şeyin kendi zihnimizin ürünü olduğunu kavrayabilirsek, o zaman belki samimi bir mütvazılık geliştirebiliriz.
…………………………..
Bizim kavrayabildiğimiz şey sadece imgeleyebildiklerimizdir. İmgeleyemediğimiz şeyler bizim için yoktur ve kocaman bir boşluktan ibarettir. Nitekim yakın zamana kadar uzayın boşluktan oluştuğunu imgeliyorduk. Ama sonra birileri boş uzayın enerjiyle dolu olduğunu imgeledi ve buna “karanlık madde” adını verdiler. Boşlukta değişen ne var? Hiçbir şey… Değişen tek şey insanın imgeleme sınırı.
Bazen bir şeyler icat ettiğimizi sanıyoruz ya… İşte o icat ettiğimizi sandığımız şey zaten çoktan icat edilmiş. Bizim icat ettiğimizi zanettiğimiz şey imgelerimizin gelişmesi sonucunda varlığını “keşfettiğimiz” yani sadece varlığını fark ettiğimiz bir işleyiş ya da bir ilke. Kısacası gelişen ya da değişen bir şey varsa o da yalnızca insan idrakidir… İdrak geliştikçe evrende “zaten” var olan şeyleri anlamaya başlar. Sonra da bak ne büyük icat yaptık diye övünür. Bir önceki paylaşımımda da belirttiğim gibi insanın en garip çelişkisi kendi zihninin yarattığı sınırlı gerçekliğin imkanlarını sonsuz zannetmesi ve bunun farkında olmamasıdır…
10 Kasım 2016
Atatürk
Anlaşılsan da anlaşılmasan da fark etmez… Sen dünyanın görüp görebileceği en eşsiz liderdin… En büyük öğretmenlerden biriydin… Türkiye Cumhuriyeti senin tezin olduğu için kimsenin gücü seni bu memleketin belleğinden silmeye yetmez… Yapmaya çalıştıklarını layıkıyla idrak edebilen bir nesil gelir mi bilinmez, ama bıraktığın izler zaten en zor şartlarda bile her şeyin mümkün olduğunun ispatı değil mi? Yeterince onurlandıramasak da mirasını, en azından kalbimizde yaşatmaya çalışıyoruz seni ve yaptıklarını…
27 Ekim 2016
Aşık Veysel
Yakın zaman önce andığımız “gerçek anlamda” büyük hayat ustası Aşık Veysel ile ilgili olarak 20 Aralık 2014 tarihinde yaptığım bir paylaşımı tekrarlıyorum. Bu şiiri okuduğumda gözümün yaşarmadığı olmadı…
“Epey bir süreden beri insan bilinci, kognitif bilimler, kısaca insanın sübjektif dünyasıyla ilgili alanlarda araştırmalar yapıyorum. Geçenlerde bir kardeşimizin paylaşımıyla Aşık Veysel’in bir şiirine denk geldim. O günden beri tekrar tekrar okuyorum. Ciltler dolusu bilgi bir şiirin içine nasıl sığar? İnsanın iç dünyası ve gerçekliğin yapısı birkaç kelimeyle nasıl özetlenir? İşte bunun çok güzel bir örneği… Ve burada sanatsal ilhamın gücü bir kez daha bütün görkemiyle kendini gösteriyor. Zaten en büyük bilim adamları da sanatçı kişiliğe sahip olanlar değil mi? İşte o şiir:
DALGIN DALGIN SEYREYLEDİM ALEMİ
Dalgın dalgın seyreyledim alemi
Renkler ne çiçekler ne koku ne
Bir arama yaptım kendi kafamı
Görünen ne gösteren ne görgü ne
Çeşitli irenkler türlü görüşler
Hayal midir rüya mıdır bu işler
Tatlı muhabbetler güzel sevişler
Güzellik ne sevda nedir sevgi ne
Göz ile görülmez duyulan sesler
Nerden uyanıyor bizdeki hisler
Şekilsiz gölgesiz canlar nefesler
Duyulan ne duyuran ne duygu ne
Kimse bilmez dünya nasıl kurulmuş
Her cisime birer zerre verilmiş
Cümle varlık bir kuvvetten var olmuş
Gelen ne giden ne yol ne yolcu ne
Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet
Her nesnede vardır bir türlü ibret
Veysel’i söyletir bir büyük kuvvet
Söyleyen ne söyleten ne Tanrı ne?
Aşık Veysel”
27 Ekim 2016
Eskiye Bağlanmışlık
Kardeşim nedir bu (affedersiniz) ölü sevicilik anlayamadım gitti. Bir şey artık bittiyse onu tarihe göm gitsin. Zaman ileri doğru akıyor! Eskiye ait değerlerin özünü alıp kullanabilirsin, ama kabuğunu göm, artık kurtlanmış bir mumyayı neden canlandırmaya çalışıyorsun? Belki hepimiz bazen eskiye bağlı kalıyoruz, ama daha yenisi, daha güzeli varken insan hala eski realiteye bağlı kalırsa bunun adı geri zekalılıktır. Geri zekalı biri de kendi halini kabul ve idrak edemeyeceğine göre, ya sabır deyip işimize bakarız… Hepimize kendi geri zekalı taraflarımızı fark edip ilerletmek nasip olsun…
21 Ekim 2016
Kurgularımız
İçinde yaşadığımız gerçeklikte bizim için her şeyin kendi zihnimizdeki sübjektif imgelerden yani beynimizin oluşturduğu bir kurgudan ibaret olduğunu hep hatırlamamız gerekiyor. Anılarımız, yargılarımız, duygularımız, inançlarımız, kanaatlerimiz, anlamlandırmalarımız vs… Hepsi zihnimizin kurguladığı ve bağlı olduğumuz kültür tarafından etkilenerek oluşmuş hayaller… Ne yapalım cihaz bu, böyle tasarlanmış… Ama dışına çıkamasak da bunu bilmek ve ona göre bir yanılma payıyla eylemde bulunmak mümkün… Sadece gereksiz kurguları bulup budamayı başarabilsek… Bu bile bize büyük bir enerji kazandırabilir…
22 Haziran 2016
Yaşamın Bütünü Zihne Sığmaz
Hepimiz her şeyi kendimize göre anlıyoruz. Başkalarına bir şey anlatırken de o anlattığımız şeyi bizim anladığımız gibi anladığını zannediyoruz. Halbuki herkes kendi dünyasında her şeyi kendine göre “zanlıyor.” Bu da bizi hayal kırıklıklarına götürebiliyor. Üç duyuyla yarattığımız dünyamız her şeyi içerebilir mi? Akıl dediğimiz ve taptığımız şey sadece üç duyudan gelen verilerin bileşimi: Görme, İşitme, Hissetme… Bunların içine her şeyin sığabileceğini düşünüyorsanız, düşünebilirsiniz. Ama herhalde bir tarafınız bunun mümkün olmadığını seziyor olmalı. Duyuların ötesini düşlerken bile bunu yine duyuları kullanarak yapmak zorundayız. İşte zihnin en ironik çelişkisi de burada yatıyor. Kendini aşmak isterken yine kendi sınırlarına takılıp kalıyor. Buna yapacak bir şey yok. Ama hiç değilse zihnin kavrayabildiğinin ötesinde bir şeyler olduğunu kabul etmek bile bizi bir adım ileri götürebilir. Gerisi? Herhalde bedeni bırakıp gidince anlayacağız…
17 Haziran 2016
Sosyal Medya
8 Mayıs’dan beri sosyal medya perhizi yaptım. Sonuçlarını paylaşmak isterim. Çok fazla zaman geçirmediğim halde facebook ve instagramın dikkatimi dağıttığını ve ara ara tamamen otomatik bir biçimde yoklama ihtiyacı hissettiğimi fark ederek uygulamaları tüm cihazlarımdan sildim. Sadece bilgisayarımdan yaklaşık haftada bir facebook’a girip önemli bir mesaj var mı diye kontrol ediyorum. Sonuç? Dikkati dağınık bir insan olmadığım halde, konsantrasyonumun daha iyiye gittiğini ve içimin daha huzurlu olduğunu fark ediyorum.
Sonra bunun üzerinde biraz düşündüm ve şöyle bir sonuca vardım: Gürciyef’e göre izlenimler de birer besindir. Yani duyular aracılığıyla akmakta olan veriler de aynen yiyecekler gibi bünyeye girer ve orada beyin tarafından hazmedilir. Şimdi şöyle düşünün, açık büfe bir yemeğe davetlisiniz. Yemekler nefis, büfe zengin ve karnınız da aç. Orada her şeye saldırıyorsunuz ve bütün yiyeceklerden atıştırıyorsunuz. Sonra ne olur? En azından mideniz bozulur, sindirim sisteminiz dumura uğrar. Çünkü o kadar fazla çeşit abur cuburu bir arada sindiremez. (Son araştırmalar sindirim sisteminin iki ayrı çeşit proteini bile sindirmekte zorlandığını gösteriyor.) Sonunu biliyorsunuz…
Aynen buna benzer bir biçimde beyninize tıkıştırdığınız gelişigüzel veriler de zihninizi karıştırır ve hazmedilmesi mümkün olmaz. Sonuç, kafa karışıklığı, konsantrasyon süresinin azalması, duygusal karmaşa, sanal ilişkiler, zihinsel yorgunluk ve donukluk… Elbette sosyal medya aracılığıyla yararlı bilgilere ulaşmak ve onları yaşamımızda kullanmak mümkündür. Ama bunun için sağlam bir filtre sisteminizin olması gerekir. Aksi takdirde giderek derinleşen bir hipnotik halin içine gömülmeniz ve ağır yemeklerin ardından gelen rehavetin içine girmeniz kaçınılmaz olur… Benden söylemesi…
21 Mart 2016
Bütünsel Bakış
Bütünden kopuk, paramparça bir zihin her şeyi parça parça algılar ve dünyayı da böyle yorumlar. Kaynağıyla bütünleşme yolunda olan zihin her şeyin ardındaki sonsuz bütünlüğü göremese de sezebilir…
14 Mart 2016
Zihnin Koşullanmışlığı
Zihin daima sebeplere dair bir bağlantı kurmak ister. Her şeyde kendince anlam arar. Ve anlamları kendi rezervuarında birikmiş olan kayıtlara bakarak oluşturur. Normal koşullarda yeni anlamlar ve farklı bakış açıları bulmak için herhangi bir gayret göstermez. Daima alıştığı yoldan gitmeyi tercih eder. Çünkü kendine göre en kısa yol her zaman bilinen yoldur. Ancak bu durumu fark eden ve yeni olasılıklara açık olan insanlar anladıkları şeyi zorlar. Anladığıyla yetinmez. Sürekli yeni anlayışların peşinde koşar. Yaptıklarının daha üstü olduğunu bilir. Böylece sürekli yeni ufukları keşfetmek için yeni yolculuklara çıkar. Gerektiğinde tüm yaptıklarını yıkıp yeni baştan inşa edebilir. Eğer cesaret diye bir şey varsa, işte budur. Kendi kurgularını gerektiğinde yıkabilmek ve gün gelip yıkılacağını bile bile yine de yaratmak…
6 Mart 2016
İlişkiler Hakkında Önemli Bir Araştırma
Geçen günkü konferansımda da paylaştığım, Amerika’da mutluluk üzerine yapılmış en uzun süreli araştırma… Bu, Robert Waldinger isimli bir psikiyatristin TED sunumu. Çok hoş ve ilginç. Alt yazısı yok, İngilizce anlayan arkadaşların mutlaka izlemelerini öneririm. Link aşağıda…
İngilizce bilmeyen arkadaşlar için kısa bir özet geçeyim:
Amerika’da 75 yıl boyunca 724 insanın hayatını çok detaylı biçimde takip etmişler. Araştırma 1938′de başlamış. Bu kişilerin her fırsatta düzenli olarak aileleriyle görüşülmüş, soru formları doldurtulmuş, her türlü tıbbi kayıtları -kan tahlilleri, beyin taramaları- vs. takip edilmiş…
75 yıllık araştırmanın net mesajı şu olmuş: “İyi ilişkiler bizi daha mutlu ve daha sağlıklı tutar. (nokta)”
Bu araştırmadan ilişkiler hakkında 3 büyük ders çıkarmışlar:
1. Sosyal bağlar bizim için çok yararlıdır. Yalnızlık bizi öldürür. Sosyal bağları daha fazla olan insanlar, daha mutlu, daha sağlıklı ve daha uzun yaşıyorlar. Yalnız ve izole bir hayat sürenler daha az mutlu, erken yaşta sağlıkları bozuluyor ve beyinleri daha kötü.
2. Yalnızca ilişkide olmak önemli değil, önemli olan ilişkilerin niteliği. Kaliteli ve sevgi dolu ilişkiler çok besleyici. Çatışmalı ilişkiler çok zarar verici, boşanmaktan bile daha kötü. 50 yaşındayken ilişkilerinden en memnun olanlar 80 yaşına geldiklerinde en sağlıklı olanlar.
3. İyi ilişkiler yalnızca bedeni korumuyor, aynı zamanda beyni de koruyor. Yaşlılıkta güvenebilecek birine sahip insanların hafızaları daha iyi oluyor. Diğerleri hafızada daha önce düşüş yaşıyor. İlişkide tartışmalar olabilir, ama en önemli unsur güven.
Konuşmanın Türkçe altyazılı linki: https://www.youtube.com/watch?v=8KkKuTCFvzI
4 Mart 2016
Simülasyonlar ve Gerçeklik
Bir şeyi derinlemesine anlamak, o derinliği kendi içinizde oluşturabilmenize bağlıdır.
Yaşamın ardında işleyen, ilk bakışta görünmeyen daha derin yapıyı kavrayabilmek, zihnimizdeki idrak kapasitesinin aynı oranda gelişmesine bağlıdır.
Başka bir deyişle; simülasyonlarımız hakikate ne kadar yakınsa, o kadar kapsamlı; doğruluk ve işlerlik oranı o kadar yüksek olur.
13 Şubat 2016
Bilim
Sözcükler insanı nasıl hipnoza sokar? Çok basit… Özellikle ana dilinizi “anlamamak” gibi bir seçeneğiniz yoktur. Her sözcük sizde çeşitli düşünceleri ve duygu hallerini harekete geçirir. İşte bu yüzden çeşitli konuşmalarımda da belirttiğim gibi sözcüklerin olduğu her yerde hipnoz vardır. Bu kaçınılmaz bir hal. Bir hipnozcu tarafından meydana getirilen trans sadece bu doğal ve gündelik halin abartılmış ve belli bir amaç için düzene sokulmuş biçimidir.
Şimdi, lafı başka bir yere getirmek istiyorum:
Sürekli dilimize doladığımız bir söylem var: “Bilim bunları kabul ediyor veya etmiyor, bilim şöyle dedi, bilim böyle dedi. vs.” Bu, hipnozun ta kendisi değil mi? Pardon, “Bilim” adında bir insana rastladınız mı? :))) Ben rastlamadım. Tekrar vurgulamak istediğim şey, bilim tamamıyla insan zihninin ürünüdür. Yani insan zihninin, zekasının, idrakinin, kavrayışının, imgeleme gücünün etrafındaki gerçekliği anlamaya çabalarken ürettiği modellerdir. Gerçeğin ta kendisi değildir. Bilim alanında uğraşanların hepsi insandır. İşte bu yüzden gerçekliğimizde gelişen ve değişen tek bir şey var: İnsanın idrak kapasitesi… Bunun dışında kainat var olduğundan beri zerre kadar değişen bir şey yok…
29 Ocak 2016
Sır Yoktur
Sır denen, zihninin kavrayamadığı şeylerdir. Aslında sır diye bir şey yoktur. İdrakin yettiğinde anlarsın. Ama bu halde idrakin sınırı beyin olduğuna göre haddinden fazla bir şey bekleme… Naçizane önerim: Bu devirde daha idrakli olduğu zannıyla sırlara erdiğini sanıp başkalarına mürşitlik yapmaya çalışan biriyle karşılaşırsanız ona kızmayın, ama sessizce uzaklaşın. Çünkü artık mürşidimiz hayatın kendisidir…
11 Ocak 2016
Gölge
Örtü ne kadar büyükse, “gölge” de o kadar büyük olur…
6 Ocak 2016
Kavrayış
Zihninin kavrayamayacağı şeyleri anlamaya çalışırsan, bir yerden sonra kurgu yapmaya başlarsın. Zihin her şeyi anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Bunu yaparken de “kendi imkanları ölçüsünde” bir kurgu yaratır. Sonra da onun içinde yaşamaya alışır. Onu savunmak için elinden geleni yapar. Çünkü onun içinde olduğu sürece her şeyin kontrolünde olduğunu zannederek kendini güvende hisseder. İşte bilim de dahil zihin ürünü tüm düşünce sistemlerinin ana açmazı burada yatar: hepsi insan zihnine ait kurgusal modellerdir ve hepsi insanın KAVRAYIŞ GÜCÜYLE SINIRLIDIR. İnsanın gururu zihnin acizliğini kabule engeldir. Zihin bu seviyedeyken “objektif gerçeklik”ten söz etmek de başka bir kurgudur. Beyine bağlı idrak düzeyinde objektif gerçeklikten söz edemeyiz. Bizim algımız beyindeki bir kurgudan ibaret. Sadece bunu kavrayabilirsek, belki “bilmiyorum” demeyi de becerebiliriz.
19 Aralık 2015
Hayaller ve Gerçekler
İnsan zihniyle yarattığı bir dünyada yaşadığını anladığı anda aslında önemli zannettiği her şeyin belki de hiçbir önemi olmadığını fark edebilir.
Ve aslında en önemli şey, belki de zihin kendi gerçekliğini yaratmaya devam ettiği sürece bu kısır döngünün içinden çıkılamayacağını anlamaktır.
Hayallerini gerçek olarak kabul etmeye devam ettiğin sürece asıl gerçeği algılayamazsın. Çünkü beyin yarattıklarını gerçek olarak kabul eder. Ve insanların hipnoz ya da trans olarak bildikleri şey zaten içinde olduğumuz doğal transın sadece abartılmış bir halidir.
Bütün bunların farkında olmak elbette herkese tavsiye edilebilecek bir oluş biçimi değil. Çünkü hazır olmadığınız özgürlük belki de sizi çıldırtabilir. Ya da hiç yaşamadığınız bir dünyada yolunu kaybetmiş bir biçimde kala kalırsınız.
Hiç birimiz hazır olmadığımız bir aşamayı yaşayamayız. Özgür olmak için önce buna hazır olmak gerekir. Nasıl ki bir meyve olgunlaşmamışken dalından ayrılamazsa, aynı şekilde özgür olmaya hazır olmayan zihin özgürleşemez.
10 Aralık 2015
Sevgi
Yukarıya gittiğinde ne dinini, ne dilini, ne de bilgini yanında götürebilirsin… Tek götürebileceğin sevgidir, o da kabın kadar…
18 Kasım 2015
Yaşam Haritalara Sığmaz
Zihnimiz yaşamı haritalandırmak ve kendi haritalarının içine sığdırmak ister. Haritalar yetersiz kaldığında panik başlar. Ve genellikle haritanın dışında kalan kısımlar görmezden gelinir…
Açık fikirli insanlar yaşamın zihinlerindeki haritalara sığmayacağını bilirler. Bu da onlara haritalarını sürekli güncelleme imkanı sunar. Sonuç? Yaşamın bütünü haritalara sığmaz. Haritalarınızı kontrol edin ve her zaman istisnaların olabileceğini aklınızın bir köşesinde bulundurun.
Bu arada, meyve olmuşsa olmuştur, olmamışsa olmuş gibi yapmak hiçbir şeyi değiştirmez…
12 Kasım 2015
Ruhsal Gelişim
Birçok insan ruhsal gelişimin maddeden ve yaşamdan uzaklaşarak, metafizik boyutlarda deneyimler yaşayarak gerçekleşeceğini zannediyor. Ve yine birçok insan New Age tarzı ruhsal uygulamalarla aydınlanacağını zannederek yaşamın sorumluluklarından kaçıp kendini uyuşturuyor. Ve bazıları da yaşamda hiçbir karşılığı olmayan, zihinde uçuşan entelektüel kavramları sakız gibi çiğneyerek bir yerlere varmaya çalışıyor. Niyetim kimseyi yargılamak değil, elbette herkes her şeyi denemekte sonuna kadar özgür ve herkes kendince bir gelişim yolunda ilerleyebilir. Ama asıl ruhsal gelişim, daha doğrusu varlıksal gelişim, yaşamın ve maddenin içinde olarak, acısıyla tatlısıyla her tür duygu halini yaşayarak, her işi en kutsal iş sayıp elinden gelenin en iyisini yaparak gerçekleşen bir süreç. Bunun için çok şey bilmeye gerek yok. Çok şey okumaya da gerek yok. Sadece yaşamın önünüze getirdiklerini sevgiyle kabul etmek ve elinden gelenin en iyisini yapmak… Bunu gerçek anlamda yapan bir kişinin yaşam hedefleri ve ruhsal gelişim yönünde ilerlediğinden hiçbir kuşkunuz olmasın…
15 Ekim 2015
İdrak ve Sonsuzluk
İdrak alanımızın ötesinde her zaman sonsuzluk var. Ama idrak ne kadar küçükse sonsuzluk algısı da aynı oranda küçülüyor. İdrak arttıkça sonsuzluk da büyüdüğü için kendimiz küçülüyoruz. Bunu daha iyi anlamak için galaksileri gösteren fotolara bakabilir ve kendinizin bu resim içindeki büyüklüğünü hayal edebilirsiniz. Ve bu görüntülerin evrenin sadece bir boyutu olduğunu hatırlayın…
17 Eylül 2015
Öğrenmek
Bazı öğrenmeler kelama dökülemez. Ama yine de öğrenirsiniz… Ve deneyim yaşamak… Öğrenmenin en katıksız ve saf halidir.
13 Eylül 2015
Kurgu ve Hakikat
Zihnin olur olmaz kurgularla doluysa, hakikate yer yoktur.
03 Eylül 2015
Zihnimizin Sınırları
Daha önce de çeşitli vesilelerle benzer fikirlerimi dile getirdim. Bir daha tekrar etmek içimden geldi. Şu anki problemlerimizin nedenlerini anlamak için insanın gerçek yapısını iyi anlamak gerekiyor. Bir insan yavrusu doğduğunda onun çoooook uzun ve kompleks bir geçmişi var. Yüzlerce yaşam, yüzlerce ata, binlerce yıllık kültür, sosyal çevre vs. vs… İnsan böyle bir geçmişin ürünü ve bu anlamda doğduğu anda kimse hiçbir yönden aynı düzeyde değil. Nüfusun artışıyla birlikte bu çeşitlilik daha da kompleks bir hale dönüşüyor. Şimdi bir insan hoşumuza gitmedi diye bir anda 10 basamak yukarıya çıkamaz. Hiçbirimiz çıkamayız. Dövseniz öldürseniz fark etmez. Bir insan ancak bulunduğu basamağın bir basamak üstüne çıkabilir. Bu hakikati kabullenmeksizin ortaya atılacak fikirler; sosyal, ekonomik, politik vb. türden teoriler her zaman boş hayallerden ibaret kalır. Buraya doğan varlıklar hiçbir zaman “tabula rasa” olarak doğmuyor. Onların büyük bir geçmişi ve bu geçmişten gelen bir sürü yükleri var. Zihnimiz gerçekliğin ve yaşamın sadece küçücük bir bölümünü izole ederek algıladığı için olan biteni basit sebeplere bağlıyor. Sonra da “şunu şöyle yapın her şey düzelir” gibilerden ahkam kesiyoruz. Bence şu fikri kabullensek belki yaşam bizim için daha kolay hale gelir: Zihnimiz hiçbir olayın ya da durumun ardındaki sebep sonuç bağlantılarını layıkıyla bir bütün olarak kavrayamaz. Bundan dolayı olabildiğince gerçekçi bir biçimde etki alanımızın sınırını belirleyebilir ve bu sınır dahilinde elimizden geleni en iyi şekilde yapabiliriz. Bu, zamanla etki alanımızı genişletebilir. Etki alanımızın ötesinde kalanları ise olduğu gibi kabul etmekten başka bir çaremiz yok. Herkes kendi ihtiyacının gereklerini yaşayacak… Kısacası belli bir anda belli bir yerde çektiğiniz fotoğraf, tahmin bile edemeyeceğiniz ve aklınızın asla almayacağı görünmeyen sebep sonuç bağlantılarını içinde barındırır…
12 Temmuz 2015
Özgürleşmek
Hiçbir ismi olmayan, kimseye ait olmayan, kurumsal olmayan, renksiz bir gerçekler sistemine olan ihtiyaç gün gibi ortada değil mi? Tüm öğretilerin ve bilgi sistemlerinin ardındaki temel ilkelere ait hakikatleri ifade eden anonim bir sistem… İnsanlık olarak markalara, “izm”lere, akımlara, öğretilere öylesine bağlanmışız ki, bunların yokluğu bize kendimizi kayıp hissettiriyor. Elbette herkesin kendine göre gelişim ihtiyaçları var ve her öğreti bir ihtiyacı karşılıyor ama bu zaman artık tüm bunlardan özgürleşme ihtiyacında olan insanların giderek çoğaldığı bir zaman. “You may say I’m a dreamer but I’m not the only one” denildiğinden beri çok zaman geçti. Bence artık kutsal zannedilenleri aşıp her şeyin aynı derecede kutsal olduğunu anlama ve gizemlerle boyalı her şeyin örtüsünü kaldırma zamanı. Tüm öğreti ve bilgi sistemlerinin üzerinde durduğu isimsiz, renksiz, yargısız, kimliksiz, sonsuz bir zemin… Bu zemini anlamaya çalışmak… Benim ruhsallıktan anladığım budur.
19 Haziran 2015
İcat Yoktur
Bizler mucit değil kaşifiz… Her icadımız zaten varolanın keşfidir… Bu hakikatin idraki insanı daha büyük ufuklara götürebilir. Hem de kendini bir halt zannetme yanılgısından kurtarır.
01 Nisan 2015
Kaotik Zamanlar
Kaotik zamanlarda çatallanmalar olur. Parçalanmalar artar. Tehdit algısı çoğalır. Bu tip zamanlar yaratıcı doğurganlığın arttığı, yeni öğrenme imkanlarının çoğaldığı zamanlardır. Böyle zamanlarda sakince merkezinizde kalırsanız ortaya çıkan yeni tablonun içinde daha etkin rol alma ihtimaliniz yükselir.
20 Mart 2015
Zihin ve Duyular
İçine düştüğümüz en büyük hata kendi dışımızda olduğunu zannettiğimiz gerçekliğin aslında duyulara bağımlı zihin tarafından oluşturulmuş eksik ve ayrıştırılmış imgelerden ibaret olduğunu unutup bu imgelerin tek gerçek olduğunu zannetmektir. Kendi varlığınızı zihinden ayırmadıkça bunu fark edemezsiniz. Zihin evrildikçe birbirine zıt gibi görünen pek çok şeyin aslında bir bütün olduğunu ve hepsinin aynı anda mümkün olduğunu anlar. İşte bu gercek yaratıcılığın başladığı noktadır.
18 Mart 2015
18 Mart
Tarihte eşi benzeri görülmemiş bir liderin, eşi benzeri görülmemiş zaferleriyle bize armağan ettiği bir vatanın evlatlarıyız.
Ve yine eşi benzeri görülmemiş fedakarlık örneği şehitlerin kanları sayesinde buradayız.
Eğer milli duygulara kapılırsak hepimizin her gün şehit olası var. Ama bugün sadece canını bağışlama zamanı değil. Gerekirse bu çok kolay, ama yetersiz…
Bugün canını bu güzel vatanın gerçek aydınlığına hizmet uğrunda emek harcayarak tüketme zamanı…
Bugün, şehitlerin anısına hürmetle yapılabilecek ne varsa verme zamanı.
Bugün, aydınlıktan korkan cahilleri de yok saymadan çalışarak Ata’mızı gerçekten onurlandırma zamanı…
Bugün, bebesinin örtüsüyle mermileri örten anaların inanılmaz fedakarlığını örnek alma zamanı…
Bugün, karanlık olmadan aydınlığın da olamayacağını anlama zamanı…
Şehitler, görevini yaptı, en büyük Lider Atamız eşi benzeri görülmemiş bir vazifeye imzasını attı…
Şimdi sıra bizde… İnşallah hepimize bu sahnede rolümüzü en iyi şekilde oynamak nasip olur…
20 Şubat 2015
Eril ve Dişil Dengesi
Uygarlığımız her yönüyle eril gücün baskın olduğu bir dünya yarattı. Böyle bir dünyada kadınlar da hayatla baş etmek için eril taraflarını güçlendirmek zorunda kaldılar. Kısacası pek çok alanda olduğu gibi burada da denge bozuldu. Aslında doğanın kendi içinde mükemmel bir denge ve uyum var. Ama biz kendi doğamızdan uzaklaştıkça dengemizi de yitirdik. Bunun sebebi bence dünya insanının ortalama zihin seviyesinin ergenlik düzeyinde olması. Ergenlik karmaşalarla dolu bir dönemdir. Olgunluğa geçişte bir basamaktır. Olgunlaşıncaya kadar sancılarla dolu bir dönemden geçilir. Eğer zihnimizi doğada var olan uyumlu bütünlük haline eriştirebilirsek o zaman zaten eril ve dişil güçlerin dengeli işbirliği kendiliğinden oluşacak. Unutmayalım ki bu güçler şu anki gerçekliğimizde yaratılışın ayrılmaz kutuplarıdır. Biri olmadan diğeri var olamaz. Kadınlık ve erkeklik madde alemindeki düalitenin sonsuz varyetelerinden yalnızca bir tanesidir. Şimdi denge eril güç leyhine bozulmuşsa yakın zamanda bunun tersi salınımla dengeye oturacaktır. Bu durumda aklı başında herkesin dişil yönünü geliştirmek ve böylece uyumlu bir bütünlük haline doğru ilerlemek için çaba harcaması herhalde bu zamanda yapılabilecek en akıllıca işlerden biri olacaktır.
Bu konu hakkında 2011 yılında Kadınlar Günü vesilesiyle yazdığım bir yazıyı paylaşıyorum.
Kadın Olmanın Yaratıcı Gücü
26 Ocak 2015
Paradoks
Kendinizi başkalarıyla kıyaslamayı bıraktığınızda, kendinize ait olmayan ne kadar çok şeyi üzerinizde taşıdığınızı fark edebilirsiniz. Eğer hala kendinize bir şeyler eklemeye çalışıyorsanız şu an kendinizde var olanı göremezsiniz. Ve şu an hiçbir şeye ihtiyacınız olmadığını kavrarsanız aslında her şeye sahip olduğunuzu da fark edebilirsiniz. Çünkü ihtiyaç duymak muhtaçlığı, iştah duymak açlığı, eksiklik duymak boşluğu beraberinde getirir. Zihniniz bu türden bariz gerçeklere itiraz edecektir. Ama zaten tek sorun zihnin kendisi değil mi?
13 Ocak 2015
İnce Çizgi
Rüya görürken rüyada olduğunu bilmekle bilmemek arasındaki ince çizgi…
Hayallerinle anıların arasındaki ince çizgi…
Dış dünyayla iç dünya arasındaki ince çizgi…
Bilinçdışınla bilincin arasındaki ince çizgi…
“Kıldan ince kılıçtan keskin” diye benzetilmiş,
Sırat köprüsünü dışarıda bir yerlerde aramayın…
08 Ocak 2015
Gelişim Basamakları
Günah korkusuyla adam olunsaydı, islam memleketleri pisliğin odağı olmazdı. Elbette her yerde her türden insan yaşıyor. Ama şu ortadoğu bütün kitaplı dinlerin indiği yer olmasına rağmen her zaman dünyanın en büyük pislik jeneratörü olmaya devam etmiş. Demek ki korku insanları ıslah etmiyor. Bu arada eğer insanların bir gün ıslah olacaklarını bekliyorsanız bence bundan vazgeçin. Çünkü ıslah olanlar zaten buradan ayrılıp gidiyor. Kalanlarsa bu deneyimlere ihtiyacı olanlar. Vicdanı uyanmış insanın dini yaptırımlara, günah korkusuna, cennet vs. gibi vaatlere ihtiyacı yoktur. Bu seviyede insana ne yapsanız yıkıcı bir şey yaptıramazsınız.
Bütün bu olanlar karşısında ne düşüneceğinizi bilemiyorsanız şunu öneriyorum: Anlamamız gereken basit bir gerçek var. İnsanlar doğduklarında belli bir varlık seviyesinde doğuyor. Ve bu varlık, seviyesiyle orantılı vicdan, idrak, şefkat ve sevgi düzeyine sahip. Biz istedik diye kimse bir anda 20 basamak birden çıkamaz. Herkes bulunduğu düzeyden ancak bir basamak yukarı çıkabilir. O yüzden nefret ve kin duygularıyla kendinizi yıpratmayın. Kendi varlığınızı bir basamak daha yukarı taşımanın yoluna bakın. O zaman belki bir alt basamaktakilerin kendi bulunduğunuz basamağa çıkmalarına yardımcı olabilirsiniz. Etki alanınızda olmayan şeyler için beyhude yere çırpınmayın. Enerjinizi boşa harcamış olmakla kalmaz aynı zamanda bulunduğunuz basamaktan da aşağı kayabilirsiniz.
20 Aralık 2014
Aşık Veysel
Epey bir süreden beri insan bilinci, kognitif bilimler, kısaca insanın sübjektif dünyasıyla ilgili alanlarda araştırmalar yapıyorum. Geçenlerde bir kardeşimizin paylaşımıyla Aşık Veysel’in bir şiirine denk geldim. O günden beri tekrar tekrar okuyorum. Ciltler dolusu bilgi bir şiirin içine nasıl sığar? İnsanın iç dünyası ve gerçekliğin yapısı birkaç kelimeyle nasıl özetlenir? İşte bunun çok güzel bir örneği… Ve burada sanatsal ilhamın gücü bir kez daha bütün görkemiyle kendini gösteriyor. Zaten en büyük bilim adamları da sanatçı kişiliğe sahip olanlar değil mi? İşte o şiir:
DALGIN DALGIN SEYREYLEDİM ALEMİ
Dalgın dalgın seyreyledim alemi
Renkler ne çiçekler ne koku ne
Bir arama yaptım kendi kafamı
Görünen ne gösteren ne görgü ne
Çeşitli irenkler türlü görüşler
Hayal midir rüya mıdır bu işler
Tatlı muhabbetler güzel sevişler
Güzellik ne sevda nedir sevgi ne
Göz ile görülmez duyulan sesler
Nerden uyanıyor bizdeki hisler
Şekilsiz gölgesiz canlar nefesler
Duyulan ne duyuran ne duygu ne
Kimse bilmez dünya nasıl kurulmuş
Her cisime birer zerre verilmiş
Cümle varlık bir kuvvetten var olmuş
Gelen ne giden ne yol ne yolcu ne
Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet
Her nesnede vardır bir türlü ibret
Veysel’i söyletir bir büyük kuvvet
Söyleyen ne söyleten ne Tanrı ne?
Aşık Veysel
19 Aralık 2014
Evrende Zeki Yaşam
Bazı açık gerçeklerin kitleler tarafından yaygın kabulü için bilim adamı sıfatıyla ortada gezinenlerin zeka ve idrak düzeyinin gelişmesini beklemek acı verici değil mi? Amerika’da insanları dünya dışı yaşamla olası temasa hazırlamak için bilim adamları, teologlar ve düşünürlerden oluşan bir komite kurmuşlar. Günaydın! Aklı bir parça yerinde olan insan şu anki astronomi ve fizik bilgilerine dayalı olarak evrende var olan her şeyin zaten bilinçli, zeki ve canlı olduğu sonucuna varmaz mı? Sonsuz evrende hayatın dünya gibi ücra bir gezegende başladığını ve yaşayan tek bilinçli canlı türünün dünyadaki insan organizması olduğunu zannetmek bile bilinç düzeyimizin ne durumda olduğunu göstermiyor mu? “Bilmiyorum.” diyebilmek bu kadar zor mu? Gerçekten de bilmiyoruz ve şu anki beyin donanımıyla bilinebilecek şeylerin bir sınırı var. Ama bu sınırın bile henüz alt limitlerindeyiz. Ne diyelim? Olacak inşallah…
2 Kasım 2014
Farkındalık
İçinizde olup bitenlerin farkında değilseniz, onları değiştirmek için hiçbir seçeneğiniz yoktur.
5 Temmuz 2014
Sebep – Sonuç ve İdrak
Sebeplerin kaybolduğu ve bilinemediği yerde insan zihni boşluğa düşer. Bu durumda zihin ya kendince bir sebep uydurur ya da görmezden gelip unutur. Sebep sonuç bağlantılarını bilemediğimiz durumlar için “tesadüf” kavramını üretmişiz. Şu an gerçeklik hakkındaki tüm varsayım ve inançlarımızın hakikatin çocuksu bir temsilinden öte olmadığını kavramak bizi hakikate bir adım daha yaklaştıracaktır. Gerçekliğimizde her tür ilerleme bilincin en önemli aracı olan idrakin gelişmesine bağlıdır. İdrak geliştikçe bilinç, çok boyutlu ve küresel sebep sonuç bağlantılarına daha derinlemesine nüfuz eder. Bu yolda ilerledikçe “zaten var olan” hakikatler bilincimizde kendilerini daha kapsamlı biçimde ifade etme imkanı bulurlar.
17 Haziran 2014
İnançlar ve Gerçeklik
Fikirlerimiz, inançlara, kanaatlere ve genellemelere dayanır. Fikirlerimizle, düşüncelerimizle, içinde varolduğumuz gerçekliği haritalandırırız. Ama “harita” arazinin kendisi değildir. O yüzden haritalar bizi uçurumun kenarına getirdiğinde veya İzmit depreminde olduğu gibi arazi değiştiğinde haritalar da değişir. Şimdi haritaların çöktüğü bir devirdeyiz. Arazi o kadar hızlı değişiyor ki “google earth” bile bu hıza yetişemiyor. Haritaların geçersizliğini anlamak için uçurum kenarına gelme ve gerçek araziyle yüzleşme zamanı geldi. Araziye harita üzerinden bakmak yerine onun içinde yaşamak biraz canımızı acıtsa da bizi hakikate daha fazla yaklaştıracaktır.
10 Haziran 2014
Ellerimiz
Ellerinize teşekkür etmek hiç aklınızdan geçti mi? Ellerinizin ne kadar değerli ve önemli olduğunu düşündünüz mü? Ne kadar çok şeyi onların sayesinde yapabildiğinizi? Elbette onları kontrol eden beyin, ama onlar olmasaydı beyniniz ne işe yarardı?
28 Mayıs 2014
Subliminal Telkinler Hakkında
Subliminal telkinler hakkında epeydir yazmak istiyorum. Çünkü bu alanda ciddi bir yanılgı durumu söz konusu. Mesleğimden dolayı hem ses teknolojileri hem de bilinçdışı yöntemlerle ilgili olduğum için bu konuda birkaç söz söylemek istedim.
“Subliminal” “bilinç eşiğinin altında kalan” anlamında kullanılan bir terim. Bilinçli olarak farkında olmadığımız bazı uyaranlar “bilinçdışı” tarafından algılanır. Bu algılama eğer belli bir telkin içeriyorsa ve bilinçdışı bunu kabul ediyorsa, telkinin iş görme ihtimali vardır.
Bu teknik vaktiyle filmlerde kullanıldı. Filmin bir, iki karesine yerleştirilen, reklamlar vs. Herkes bu hikayeyi bilir.
Diğer taraftan son zamanlarda iyice yaygınlaşan “subliminal” telkinler içeren çeşitli CD’ler vs. etrafta dolanıyor. Bazı insanlar bunun işe yaradığına da inanıyor. Fakat bana göre bunlar işe yarıyorsa sadece “plasebo” etkisiyle çalışıyor.
Neden mi? Şundan dolayı: Bilinçdışı veya bilinçaltına bir telkin vermek isterseniz bunun tek yolu duyulardan geçer. Yani öncelikle görsel veya işitsel bir uyaran olması gerekir. Hipnoz çalışmalarında kullanılan şey “sözcükler”dir. Yani bir telkin uygulandığında ortada sözcükler vardır. Beyin bu sözcükleri alır, onları anlamlandırır, imgelere çevirir ve eğer kabullenirse telkini yürürlüğe koyar. Kabullenmezse zaten işe yaramaz.
Peki subliminal olarak hazırlanmış CD’lerde ne yapılıyor? İddiaya göre sözcükler duyma frekansının dışına taşınıyor. Böylece bilinçdışı olarak bir algılamayla bu sözcüklerin direk etki yapacağı varsayılıyor…
İyi de burada beyin bir şey algılamıyor ki… Bakın, bu teknik görsel olarak bir filmde uygulandığında çalışıyor. Neden? Çünkü göz orada gerçek bir görüntüyü çok kısa bir an olsa da görüyor. Bu süre bilinçli algılama için yeterli değil, ama bilinçdışı bunu algılıyor ve gereğini yapıyor. Fakat burada görüntü gözün görme frekansının sınırları içinde gerçek bir görüntü. Oradaki görüntüyü kızılötesi veya morötesi alana taşırsanız bu hiçbir işe yaramaz. Çünkü göz bunu görmez.
O zaman sözcükleri duyma frekansının dışına taşırsanız beyin ne algılayacak? Hangi sözcüğü duyacak ve onu imgeye çevirerek uygulayacak? Kısacası bu iş hikayedir arkadaşlar.
Peki işe yaradığı durumlar yok mu? Var elbette, ama nasıl… Bir kere bu CD’nin bir konusu var. Yani onu alan kişi bunu bir niyetle yapıyor. Bazen CD’nin içeriğindeki telkinler de üzerine yazılıyor. (dürüstlük olsun diye(!) ) Eh, siz bu telkinleri okuyorsunuz ve bilinçaltınız bunları kabullenmeye hazırsa zaten iş bitmiş demektir. Siz o müziği zaten o niyetle dinliyorsunuz. Ve bunu kendi kendinize zaten telkin etmiş oluyorsunuz. Plaseboların %30 – 35 oranında etkili olduğu kanıtlanmış bir gerçek.
Kısacası bir telkinin etkili olması için onun duyu organları tarafından bir şekilde algılanması gerekir. Hele “sözcükler” söz konusu olduğunda o zaman kulağın bunu açıkça duyup beynin bunu “anlamlandırması” gerekir. İngilizce bilmeyen birine İngilizce telkinler dinletseniz işe yarar mı? Yani kulak sözcükleri duyup ANLAMIYORSA bunun bir etkisi yoktur. Zaten bu alanda ustaca hazırlanmış en iyi örnekleri incelediğimde gördüğüm şey şu oldu. Sözcüklerin volümü düşük oluyor, ama yine de duyulup anlaşılıyor. Ayrıca burada marifet sözcüklerin duyulmaması değil ki, o cümlelerin mümkün olduğunca fazla insan tarafından bilinçdışı olarak kabul edilebilir olarak dizayn edilmiş olması. Yani telkinler ustaca uygulandığında siz tamamen bilinçli bir durumda dinlediğiniz cümlelerden bile bilinçdışı olarak etkilenebilirsiniz. Bu işin gelmiş geçmiş en büyük ustası Dr. Milton Erickson’dur. Bu konulara meraklıysanız onun çalışmalarını incelemenizi öneririm.
Ayrıca klasik biçimde uygulanan hipnotik telkinler veya olumlamalar gibi işlerin artık modası geçti. Bilinçdışı çoook geniş bir alan ve bu çalışmaların tamamen kişiye özgü olması gerekiyor. Yani standart olarak hazırlanmış bir telkin bir grup insanda işe yarayabilir, ama başka birisi için tamamen zıt etki de gösterebilir. O yüzden ne olur böyle “bilimsel” (!) vaatlerde bulunan işlere paranızı kaptırmayın.
Bu tip şeyleri satan kişilerin tamamen kötü niyetli olduğunu düşünmüyorum. Zaten sözlerim hiç kimseyi hedef almıyor. Bunu yapanlar kendileri de bu işe inanıyorlar. Ama aklımız ve mantığımız da var ve onlar da kullanmamız gereken araçlar.
17 Mayıs 2014
Zihnimiz ve Sebep-Sonuç Bağlantıları
Zihnimizin sebeplerle sonuçlar arasındaki bağlantıları kurma kapasitesi çok zayıftır. O yüzden sonucun önünde kolayca görülen ilk sebebe yapışır ve ötesini düşünmez. Halbuki her olayın ardında çoook sayıda görüp kavrayamayacağımız sebep sonuç bağlantıları vardır. İşte illüzyon içinde olmanın ardındaki ana mekanizma: Sebepleri bildiğini ve anladığını zannetmek… Bu da şu anlama gelir: Gerçekliğimizde körler ve sağırlar birbirini ağırlar…
11 Mayıs 2014
………….
Büyük ama çok büyük bir tez hazırlayıp, dünyanın en çelişkili topluluğuna yol göstermek ve “insan” gibi yaşamayı öğretmek için çoook ötelerden kalkıp gelmişti. Belki de iddiaya girmişti kimbilir, bu kumaştan elbise dikilmez diyenlerle…
Onların mayasına güvendi ve en zor zamanlarda, tüm ümitlerin tükendiği zamanlarda bu topluluğu eline aldı, bir ulus yaptı ve onları kimsenin hayal bile edemeyeceği bir yere getirdi.
Bütün bunlara değer miydi değmez miydi, bunu filmin sonunu gördüğümüzde anlayacağız.
Ama insanız, duygusalız ve yüreğimiz taa derinden yanıyor. Ve aklımız yetmiyor bu çelişkileri kavramaya… Sadece sabrediyoruz… Ama kahrolmadan da edemiyoruz… Bu Rahmete böyle ihanet edilir mi? Nedir bu firavunluk? Nedir bu arsızlık, hainlik?
Üstelik bunları da söylemişti ve taa ne zamanlardan uyarmıştı…
Hepimiz sorumluyuz ve hepimiz eziliyoruz bunun altında… O mavi gözlerine bakamıyoruz utancımızdan. Umarım yanına geldiğimizde affedersin bizleri…
30 Nisan 2014
Dönüşüm
Dün akşam “Ruhsal Dönüşüm” isimli bir konferansım vardı. Konferans öncesinde düşünürken kendi kendime “Dönüşümü tek bir cümleyle nasıl özetleyebiliriz?” diye sordum. Sonunda şu tanıma ulaştım: “Dönüşüm, öznenin nesneye dönüşmesidir.”
Kişiliğimizi oluşturan, kendimizi tanımladığımız her ne varsa bunlar bizim şu anki öznemiz. Kimliklerimiz, inançlarımız, reaksiyonlarımız, duygularımız, düşüncelerimiz… Dönüşüm yolunda çıktığımız her basamak “özne” haline getirdiğimiz tüm bu kalıpları “nesne”lere dönüştürüyor. Kısaca bir basamakta “özne” olan, “ben ….’yım.” dediğimiz her şey bir üst basamakta “nesne” haline geliyor.
17 Nisan 2014
Kötülük ve Zihin
Kötülük, şeytani güçler, garip yaratıklar, korku filmlerindeki sahneler… Bunların hepsi zihnin ürettiği imgeler. Doğanın kendi içinde bu tip gerçekliklere rastlayamazsınız. İnsanlığın kolektif bilinç alanı her tür imgeyi içinde barındırır. Evrende kötülük diye bir şey yoktur. Her şey kendi düzeni içinde doğal döngülere tabidir. Yaşamın son bulması, yıkım gibi süreçler yeni şeylerin doğması için yol açan doğal süreçlerdir. Bunlara “kötü” anlamlar yükleyen zihnimizdir. Kafanızı kaldırıp uzaya baktığınızda orada kendi döngüleri içinde ilerleyen, sayısız yıldız, sayısız galaksi ve nihayet şu an göremediğimiz ancak varlığını tahmin ettiğimiz sayısız evrenler var. Bu evrenlerde varlığını sürdüren ve hayal bile edemeyeceğimiz sayısız yaşam formları var. Bunların hepsi varolmaya devam ediyor ve bu makro düzen içerisinde aslında kötü olarak nitelendirebileceğimiz hiçbir şey yok… Her şey varoluşu desteklemek üzerine kurulu.
Bizim tek derdimiz, aklımızın çok kıt oluşu. Bu kıtlık bizi bir şey bildiğimiz zannına sürüklüyor. Aslında hiçbir şey bilmiyoruz. Daha doğrusu varlık olarak mükemmel bir yapıda olmamıza rağmen zihnimiz gerçekten yanlış inançlarla ve anlayışlarla dolu. Bunların değiştiği ve dönüştüğü bir devri yaşıyoruz.
Ölmüş bir organizmayı doğal dönüşüm döngüsü içine koymazsanız, yani gömmezseniz, çürür ve kokar. Ölmüş şeyleri yaşatma ve saklama gayreti çürümeye yol açıyor. Gömülüp doğal dönüşüm süreci içine sokulması gereken fikirler de yaşatılmaya çalışıldıkça çürüme ve etrafa kötü kokuların yayılması kaçınılmaz oluyor. Ölüm ve dönüşüm, bunlar kaçınılmaz süreçler. O yüzden korkulacak hiçbir şey yok. Her şey ölür, her şey dönüşür ve geriye tüm bu hareketin ardında onun sebebi olan bilinç kalır, varlık kalır.
Bunları neden yazdım? Sadece içimden geldi. Belki birilerinin sorduğu soruya cevap olur…
31 Mart 2014
Değişme Direnci
Ünlü aile terapisti Virginia Satir bir öğrencisine sorar: “En kuvvetli içgüdü nedir?” “Hayatta kalmak,” der öğrencisi. Satir, “Yanlış cevap. En kuvvetli içgüdü insanın değişen koşullara direncidir.” diye yanıtlar.
İnsanlar acılarına bağımlıdır. Onlara daha iyi koşullar vaat ettiğinizde, bunu bir belirsizlik ve tehdit olarak algılarlar. Liyakat bu düzeyde olunca daha yüksek bir aydınlanma beklemek abestir.
10 Mart 2014
Bilinç Hakkında
Bilinci nöronların içinde bulmaya çalışan bilim adamları daha çok arayacaklar. Duyularımızın ve beynimizin sınırlarını bildiğimiz halde neden bilinci duyuların ve algının ötesinde, her şeye nüfuz etmiş bir enerji biçimi olarak kabul etmek bu kadar zor geliyor?
İster her şeyi Tanrı’nın yarattığına inanın, ister evrenin tesadüf sonucu var olduğuna… Sonuçta biz biyolojik canlılar oluşmadan önce evren vardı. Big Bang’ten önce bir şey vardı. O zaman o üstün (!) aklımız da biz varolmadan önce zaten var olan bilinçliliğin bir ürünü değil mi?
Kısaca söylersek, bilinç denen şey, atomları da, molekülleri de, hücreleri de, organizmaları da bu hale getiren güçtür. Yani bunların hiçbirisi olmasa da “bilinç” zaten var. Bunu anlasak zaten bilincin aranacak bir şey olmadığını kavrayacağız. Balıklara su diye bir şeyin olduğunu anlatsanız bulabilirler mi?
26 Şubat 2014
Gölge ile Yüzleşmek
Benim önerim şu: Hepimiz kendi içimizdeki “hırsız”ı, “yalancı”yı, “üç kağıtçı”yı, “iki yüzlü”yü bulup hesaplaşalım. Belki fiziksel olarak bunlardan hiçbirisini yapmadınız. Belki hiç kimsenin hakkını yemediniz. Ama hepimizin içinde küçük de olsa bu özelliklerin izleri vardır. Ayrıca utanıp da hiç kimseye söyleyemediğiniz kabahatleriniz varsa bunları yalnız olduğunuz (ve dinlenmediğinizden emin olduğunuz:))) bir zamanda aynaya bakıp kendi yüzünüze söyleyebilir veya yazabilirsiniz. Bunu yapmak kendinizin rahatlamasına sebep olduğu gibi kolektif alanda da bir temizlik yapabilir. Bu olan biten kendi “gölge” taraflarımızla yüzleşmek için iyi bir fırsat. Bunu yapmazsak zaten aynı şeyler olmaya devam edecek…
Bakalım yarın sabaha ne güzelliklerle uyanacağız… Hayırlısı… Hepinize iyi geceler…
9 Şubat 2014
Doğal Değişim Döngüsü
Doğaya aykırı olan her şey gün gelip tükenmeye ve yok olmaya mahkumdur. Sistem daima kendi dengesini ve düzenini restore eder. Ve uç noktalara giden her akım sona yaklaşmış demektir. Bunu halk kültürümüzde “Eceli gelen köpek cami duvarına işer.” sözüyle ifade ederiz.
2 Şubat 2014
İdrak ve Gelişim
Belki de tek idrak etmemiz gereken, idrakimizin ne kadar sınırlı olduğu. Bunu bir anlasak her alanda çok daha ileri gideceğiz. Ama dün de söylediğim gibi geceden sabaha olmuyor bu iş.
Bir şeyleri keşfedince onun tek ve son gerçeklik olduğunu sanıyoruz. Halbuki bilim, bu zanların müzesi hatta mezarlığı gibi.
Yine hep söylediğimi tekrarlayacağım: bizim dünyamızda, bizim gerçekliğimizde her şey idrakin değişmesineve gelişmesine bağlı. Gelişen ve değişen tek şey bilincimiz, idrakimiz. O geliştikçe ZATEN VAR OLAN bir şeyleri keşfediyoruz…
1 Şubat 2014
İdrak ve İz’an
Türkçe’de tek kelimeyle karşılığı olmayan iki tane arapça sözcük var: idrak ve iz’an.
Sözlüğe baktım, İdrak: Anlama yeteneği, anlayıp, akıl erdirme
İz’an ise anlayış, anlama kavrama yeteneği olarak çevrilmiş.
Bu iki sözcük birbirine çok yakın. İdrak etmek daha çok kavramayla, iz’an ise daha çok yerli yerinde hareket etmeyle ilişkili olarak kullanılıyor.
Anlayışı kıt insanlara idraksiz, olmadık yerde olmadık işler yapanlara iz’ansız denir.
Şimdi sadede geleyim. İdrak ve iz’an kısmi olarak doğuştan gelen kısmi olarak da sonradan öğrenilen melekelerdir. Bir insan doğuştan hayvan olarak doğduysa onda ne idrak ne iz’an ne de vicdan bulamazsınız. Çünkü seviye budur. Maksadım kimseyi aşağılamak, hor görmek, küçümsemek değil. Sadece kendi idrakimce ilmi bir kıyaslama yapıyorum.
İdraki ve iz’anı kıt birinin aniden bu melekelere sahip olmasını beklemek abestir. Zira bu melekeler geceden sabaha gelişmez. Kimseyi zorla idrak ve iz’an sahibi yapamazsınız. Yüksek idrak sahibi insanların bir yerden sonra yalnız kalıp dünyaya küsmesi bu yüzdendir. Onlar genellikle daha sonra anlaşılırlar.
Karşınızdaki insan istemedikçe ona idraklenme yolunda yardımcı olamazsınız ama kendi idrakinizin ölçüsünü tartarsanız onu geliştirmek için bir şeyler yapabilirsiniz. Doğuştan idrak ve iz’an potansiyeli olanlara yatırım yapmak herhalde en akıllıca iştir.
İşte bunu idrak ettikten sonra artık olan bitene kızıp köpürmeyi bıraktım. Çünkü herkes idraki ve iz’anı ölçüsünde bir şeyler yapıyor. Fakat halen yüksek idrak sahibi insanların ortaya koyduğu değerlerin diğerleri tarafından anlaşılamaması beni üzüyor. Ve benim idrakim sistemin tümünü görmeye yetmiyor. O zaman ben de kendi idrakimi genişletmeye uğraşırım. Öbür türlüsü zaten laf-ı güzaftır.
25 Kasım 2013
Bilim ve Zihin
Mesele bir şeyleri kanıtlamak değil. Mesele zihnin kognitif kapasitesinin bir şeyleri anlayacak düzeye gelip gelmemesi… Bilim ile ilgili sürekli gözden kaçırılan ve insanların kendi kendilerini hipnotize ettikleri bir durum var. Şu ifadeleri hep duyarsınız. “Bilim bunu kabul etmiyor.” “Bilim bu konuda şunları söylüyor.” “Bizi bilim kurtarır.” Peki kendinize sordunuz mu hiç? “Kim bu bilim?” Böyle biri var mı ortalıkta? Elbette yok. Bilim dediğimiz şey şu anda bilim alanında uğraşan çeşitli insanların zihin seviyelerinin ulaşabildiği nokta.
Evrenin ve bizim de bir parçası olduğumuz gerçekliğin yapısı ilk varoluştan beri zerre kadar değişmedi… Yani madde oluştuktan sonra onun içindeki yasalar hep aynı… Peki ne değişti? Sadece insanın algılama / imgeleme / bilgiyi işleme / model oluşturma / anlayış vs. özellikleri değişti. Yani bilim adını verdiğimiz sistemin gelişimi insanın zekası, imgelemesi, kavrayış düzeyinin gelişimine bağlı. Özellikle de imgeleme gücünün yeni modeller üretebilmesine bağlı.
Bir tarafta içinde olduğumuz ve adına “evren” dediğimiz bir gerçeklik, diğer tarafta onu anlamaya ve modellemeye çalışan zavallı insan bilinci, insan zihni var. Kendilerine bilim adamı adını verenlerin işi gerçekten çok zor… Çünkü onlar bu alanda ilerlemek için insan bilincinin ve beyninin gelişimini beklemek zorundalar… Ve aynı zamanda kendi yarattıkları halüsinatif sınırları da yıkmaları gerekiyor…
Schopenhauer’in sözleri durumu çok güzel özetliyor: “Tüm hakikatler üç aşamadan geçerler: Önce alay edilir. Sonra şiddetle karşı çıkılır. Daha sonra aşikar doğrular olarak kabul görür.”
20 Kasım 2013
Bilgi Kimseye Ait Değildir!
Millet bir hak davasıdır tutturmuş kardeşim. “Bunun hakları bana ait. Bunun sahibi ‘BEN’im bunu ‘BEN’ yazdım. Bunu ‘BEN’ icat ettim.” Yunus ne güzel söylemiş vaktiyle: “Mal sahibi mülk sahibi… Hani bunun ilk sahibi?” Bilgi hiçbirimize ait değil kardeşim. Evrenin kendi içinde zaten var olan bir bilgi var. Biz olsak da olmasak da… Bilsek de bilmesek de… Anlasak da anlamasak da… Bu evren zaten vardı bizden önce… Sen kalkıp zaten var olan bir şeyi keşfediyorsun, sonra da diyorsun ki “Bu bilgi bana ait.” Nah sana ait!
Hepimiz gerçekliğin yapısını anlamaya çalışıyoruz kendimizce… Bunu anlamak için yöntemler geliştiriyoruz. Ve hepimizin önünde sonsuz bir yol var bu keşif sürecinde…
İnsanın içinde hala kendini güvende hissetmeyen bir çocuk varsa eğer, o çocuk hala oyuncaklarını arkadaşlarından saklamaya, korumaya çalışıyorsa… İşte o zaman hala oyuncaklarını savunur gibi haklarını savunmaya çalışır… O zaman da şunu söyleriz: “Sen kumda oyna da popona çöp batmasın.”
4 Kasım 2013
Atatürk…
İnsanlık örneği, gerçek anlamda “eşsiz” lider… Işığı halen üzerimizde parlıyor… Seni anlasak da anlamasak da fark etmez… Dünya’ya geldin ve yapman gerekeni yapıp geçtin. Yaptıklarını kimse yok edemez, çünkü zaman seni daha da büyütürken, yaptıklarını hiçe sayanları eritip tüketiyor zaten… Ortaya koyduğun evrensel doğrular ezelden beri bakiydi ve ebediyen baki kalacak… Kuru gürültüler ise it uluması gibi yitip gidecek boşluğun karanlığında her zaman olduğu gibi…
3 Kasım 2013
Gelişim…
Çeşitli siyasi gelişmelerin kaygı oluşturduğunu biliyorum. Bütün bu çalkantı ve gelişmeler içinde sürekli hatırlanması gereken bir gerçek var. Bunları yapan “insan”. Her insanın içinde bulunduğu bir akıl, idrak, anlayış, zeka, duygu vb. düzeyi var. Bu fonksiyonlarda alt düzeylerde olmak benmerkezci, kısa vadeli, duygusal hatta içgüdüsel tavırları beraberinde getirirken, üst düzeylere çıkmak elci, fedakar, şefkatli, sevgi dolu, hatalarından ders alan, kendini geliştiren, başkalarını düşünen, yaratıcı ve uzun vadeli sonuçlara odaklanan bir insan tipini ortaya çıkarıyor. Göreceli de olsa, gelişmiş insanları diğerlerinden ayıran belirteçler bunlar.
Eğer ülkede bir şeylerin değişmesini, ilerlemesini istiyorsak bu sadece istemekle olacak bir şey değil. Çünkü bir şeylerin değişmesi insanların zihinsel, duygusal ve ruhsal olarak daha üst düzeylere doğru ilerlemelerine bağlı. Bu durumda birilerinin çıkıp da işleri düzeltmesini beklersek daha çok bekleriz. Uygarlığımızda her şey insanların bilinç düzeylerine bağlı. O zaman bu sürece biraz sabretmek zorundayız. Ve tabii ki sabrederken aklı erenler çevrelerini aydınlatmak için çaba harcamalı. Kendimizi ve birbirimizi eğitmeliyiz. Sorunlarımızın çözümü ne siyaset, ne ekonomi, ne sosyal tedbirler… Bunların hepsi insana bağlı işler… Kısacası insani düzey yükselmedikçe hiçbir şey değişemez.
9 Eylül 2013
Sebepleri yanlış yerde ararsan sonuçları değiştiremezsin.
17 Haziran 2013
“Ubuntu”
Az önce bir arkadaşımdan bir mail aldım. Mailde gönderdiği öykü içinde bulunduğumuz günler bakımından da çok anlamlı geldiği için paylaşmak istedim. Sevgiler…
“Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir, ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü o meyveleri yemek olacaktır.
Onlara, “Haydi, şimdi başla! Birinci olan alacak!” O an bütün çocuklar elele tutuşur, koşarlar ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar.
Antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda şu cevabı verirler;
“Biz “ubuntu” yaptık: Yarışsaydık, yarışı kazanan bir kişi olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir?
Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik.” Ubuntu’nun anlamını açıklarlar onların dilinde:
UBUNTU: “BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN ‘BEN’İM”
Ayrılıkların ortaklaştığı,
Birimizin yaşadığı sıkıntıyı diğerinin de hissettiği,
Beraberken daha kuvvetli hissetiğimiz,
Çokluğun teklikte birleştiği an için hep beraber “UBUNTU”
4 Haziran 2013
Canavar siz ondan korktuğunuz sürece canavardır. Gerçeği görmeye başladığınız andan itibaren ne canavar kalır ne korku.
21 Aralık 2012
İşte beklenen 21 Aralık geldi. İlginçtir ki aslında kendi kıyametimizi yarattık. Yani kendi uyanışımız için kendi kendimize bir vesile yarattık. Tabii düşünüp anlayabilene.
İnsan zihninin en büyük handikapı sürekli olan bir şeyi durağan resimler halinde algılamaktır. Dünya şu anda kendi etrafında, güneşin etrafında dönerken saatte 200.000 kilometre hızla güneş sistemi ile birlikte ilerlemeye devam ediyor. Galaksi de kendi etrafında dönerken evrenimiz içindeki hareketini sürdürüyor. Ve şu an burada otururken aslında çok büyük bir hızla uzayda seyahat ediyoruz. Ve bu sırada duraklamadan devam eden bir süreç var. Hiçbir duraklama yok… Ve var olan her şey varoluşu, dolayısıyla dünyadaki hayatı desteklemeye devam ediyor. Dünya’da her şey hayatın sürmesini destekliyor. Güneş tüm canlıların hayatını sürdürmesini sağlayan enerjiyi yayıyor.
Böyle bir sistem içinde hangi güç bir yok oluş meydana getirmek ister ki?
İnsanın içinde iki parça var biri “hayal eden” diğeri “kanıtlayan” taraf. “Hayalci” dünyanın düz olduğunu hayal eder, “kanıtlayıcı” bunu kanıtlar. Hayalci dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü hayal eder, kanıtlayıcı bunu da kanıtlar. Hayalci hasta olacağını hayal eder kanıtlayıcı bunu kanıtlamak için sizi hasta eder. Hayalci bir ilacın iyi geleceğini hayal eder, kanıtlayıcı bunu kanıtlar ve vücudu iyileştirir…
Böylece hepimiz bir şeyleri önce hayal eder sonra da bunu kanıtlamaya çalışırız. Kendi gücümüz dahilinde olanları kanıtlarız ama elbette yanıldığımız çok şey vardır ve bunları kanıtlayamayız ve unutarak tarihe gömeriz.
21 Aralık ile ilgili beklentiler de şimdiden tarihin sayfalarındaki yerini aldı. Ve hayat devam ediyor.
Şu anda bilmediğimiz ve şu beynimizle anlayamayacağımız o kadar çok şey var ki. Kimbilir evrende ne harikalar var ve kimbilir neler neler oluyor ve biz onların farkında bile olmuyoruz.
Umarım bu yaşadıklarımız bize zihinlerimizin, hayallerimizin, düşüncelerimizin ve aklımızın ne denli sınırlı olduğunu gösterir… Böylece daha geniş bir açıdan bakabilmeye doğru ilerleme şansımız olur…
13 Haziran 2012
Biz kendimizi medeni zannediyoruz, halbuki ruhsal değerlere dayalı doğal medeniyet bizimkinden çok daha ileriydi… Dünyayı bugünkü yaşanmaz haline getiren zihniyet, kabile toplumlarının yaşamını asla anlayamayan ve ilkel kabul eden batı zihniyetidir… Ama dünyada her şey (gerçekten her şey) doğar, büyür ve ölür…
15 Nisan 2012
Özgür İrade?
Giderek özgür iradenin bir illüzyon olduğunu daha derinden kavrıyorum. Her gün bir sürü karar veriyoruz ve bu kararları verirken her şeyin kendi özgür seçimlerimizin sonucu olduğunu zannediyoruz. Bu bir yönüyle doğru gibi görünse de diğer taraftan hepimiz çok büyük ve iç içe sistemlerden oluşmuş büyüüüük bir sistemin parçasıyız. Ve nelerin nelere hangi yollarla etki yaptığının asla farkında değiliz. Duyularımızla algıladığımız etkileşimler gerçekte etkisi altında olduğumuz etkileşimlerin çok çok çok küçük bir bölümü. Esas etkiler görünmeyen etkileşimlerden geliyor. Şu an sınırsız denebilecek kadar çok seçeneğinizin olduğunu biliyorsunuz, ama bu seçeneklerin ne kadarının farkındasınız? Ne kadarını seçebiliyorsunuz? Görebilme gücümüz bu kadar sınırlıyken hangi özgür iradeden söz ediyoruz?