(20 Ocak 2015 tarihinde BİLYAY Vakfı’nda verilen konferansın özetidir.)
Ruhsal gelişimin ana temellerinden bir tanesi farkındalıktır. Temelde insan varlığının bir görünen yönü bir de görünmeyen tarafı var. Ve bunları inceleyen çeşitli disiplinler var. Bunlardan kısmı insanın iç, bir kısmı dış yapısını inceliyor. Genellikle iç yapısını inceleyen bilime psikoloji adını veriyoruz. Fakat insanın iç yapısını inceleyen çalışmalar sadece son yüzyılla sınırlı değil. İnsanlığın idraki, zihni, belli bir seviyeye geldikten sonra insanın iç yapısını inceleyen disiplinlerin oluştuğunu görüyoruz. Özellikle doğudaki disiplinlere baktığımızda çok önemli bazı hakikatlere ulaşmışlar. Yogayı falan kastediyorum. Daha öncelerine dayanan pek çok öğreti var. Mesela şamanizme bakacak olursak 60 bin yıl öncesine uzanıyor.
Ancak geçtiğimiz yirmi, otuz sene içinde dünyada ilk defa olan bir şey var: İletişimin artmasıyla artık her şey elimizin altında. İnternette her tür bilgiye kestirme yoldan ulaşabiliyorsunuz. Daha öncesinde insanlar kendi yöresinde yaşayıp ölüyorlardı. Orada bir öğretiyle karşılaşırsa ondan nasiplenip yoluna devam ediyordu. Şimdi bütün kültürler parmaklarımızın ucunda; her kültürü inceleyebiliyoruz ve incelenebiliyoruz. Bu bize müthiş bir görüş imkanı sunuyor. Her şeyi masaya yayıp birbiriyle karşılaştırıp bir senteze varabilmek mümkün. Biz de organizasyon olarak geçtiğimiz yıllarda elimizden geldiğince böyle bir sentez yapmaya çalıştık. Ruhsallıkla ilgili ayağı yere sağlam basan birtakım bilgileri anlatmaya ve bunları paylaşmaya çalıştık. Bunu yaparken de hiçbir taraftan olmadık.
Ruhsallık çok geniş bir alanı kapsıyor. Bunlar da bizim için hayati bir öneme sahip. Ruhsallıkla ilgileniyorsak kendi içimize bakmak, kendi içimizdeki dönüşümü mümkün olduğunca hızlandırmak lazım.Bu imkanlar içinde her şey artık çok hızlandığına göre ve bütün her şeyi incelediğimize göre hepsinin bir özetini çıkarma imkanımız var.
Ruhsal gelişimin temel ayaklarını özetleyecek olursak en başta “farkındalık” gelir. Her şey bununla başlıyor zaten ve bilinçlenme yani bilincin biraz daha yükselmesi ve içsel dünyamızda biraz daha ileriye gitmesi zaten temelde farkındalığa bağlıdır. Örneğin yoga çalışmalarına bakarsanız bunlar aslında çok çeşitli düzeylerde farkındalık çalışmalarıdır. Meditasyon da yoganın içinden çıkmıştır ki bu iç dünyayı izlemek, gözlemek anlamına geliyor. Meditasyonda zaten ana amaç iç dünyayı gözlemektir. Kendinin çeşitli düzeylerde farkında olmak. Ondan sonra bir sentez çalışması olan 4. Yol çalışmasına baktığınızda bütün yolların senteziyle oluştuğunu görüyorsunuz. Fakirin yolu, keşişin yolu, yoginin yolu olarak bilinen ekol bilgilerini sentezleyerek oluşan sisteme 4. Yol denmiş. Orada da temelde farkındalık var. İç dünyanın farkında olmak, ne hissediyorsun, ne yapıyorsun, ne düşünüyorsun, zihninin içinde neler oluyor bunların farkında olmak ve bunları takip etmek.
Tabii burada neyin farkında olacağını bilmek çok önemli. Farkında olalım da neyi izleyeceğiz? Zihne baktığımızda o kadar çok şey var ki, bu anlamda elimizde nasıl bir harita olması lazım? Neyin farkında olacağınızı bilmezseniz, her şeyi sürekli izlerseniz gelir ve geçer. Ama neyin farkında olacağınızın da farkında olursanız buna daha farklı bir açıdan bakmanız ve alanınızı daraltıp gerçekten en hayati olanların farkına varmanız mümkün olur. Bu nedenle bilmek çok önemli. Bu anlamda bize bir harita lazım. Bu konuda gelişmiş çok güzel haritalar var. 4. Yol öğretisi de bize güzel bir harita veriyor. Üstelik oldukça güzel bir harita. Başka sistemler de var elbet insanın iç dünyasını inceleyen. Bunların hepsini sentezlediğinizde ortaya gayet güzel bir manzara çıkıyor. Ben şahsen çalışmalarımı son yıllarda daha çok insanın değişimi, dönüşümü konusuna odakladım. İçsel değişimi hem teorik, hem modelleme, hem de pratik olarak ele alıp çalışmalarımı bu alana daralttım. Çünkü ruhsallık içine daldığınız zaman her yöne gidebilecek bir alan. Bunun sonucunda çeşitli şekillerde epey bir çalışma yaptıktan sonra vardığım bazı sonuçlar var. Bugün sizlerle paylaşmak istediğim bunlar.
Aslında anlatacaklarım pek çok şeyin sentezi. Farkındalık, değişim ve dönüşümün bir vasıtasıdır. Dönüşüm deyince çok farklı şeyler anlayabiliriz. Olumlu manada da, olumsuz manada da bir dönüşüm olabilir. Ama ben elbette ki daha ileri seviyelere doğru olan dönüşümü kastediyorum.Dönüşüm dediğimiz zaman insanın evrim yolculuğunda daha üst basamaklara doğru gidecek şekildeki dönüşümü kastediyorum. Aslına bakarsanız zaten hayatın gidişi de bu şekilde. Fakat şimdi içinden geçmekte olduğumuz şu anki dönemde kritik bir nokta var. Geçmiş zamanda insanlar doğayla iç içe, doğal ritmlere uygun şekilde yaşıyorlardı.
O dönem tabii ki insanların doğaya çok rahat uyum sağladıkları ve onun içerisinde akıp gittikleri bir dönem, ama burada zihnin çok fazla rolü yoktu. Milyonlarca yıl önceki avcı toplayıcılar daha çok içgüdüsel ve duygusal seviyede hayatta kalmaya yönelik bir hayat yaşadılar. Ama sonra insanlar evrimin doğal bir sonucu olarak geliştiler. Çünkü dünyada kaçınamayacağımız bir yolculuk var. Yani bu gidiş boyunca bir evrim süreci var, buna ruhsal evrim veya tekamül diyebilirsiniz. Sonuçta varlıklar buraya doğuyor ve buradaki eğitimin içinden geçerek adım adım ilerliyorlar. Bu ilerlemenin belli bir noktasında bir birlik ve bütünlük başlar, ama bu birlik ve bütünlük henüz tamama ermiş ve sonuca ulaşmış bir birlik ve bütünlük değil.
İnsanın tek bir hayatı içinde de bunu görebilirsiniz. Mesela bir bebek doğduğu zaman kendini dünyadan ayırt edemez. İçinde bulunduğu dünya ile tam olarak bütünleşmiştir ama ayırt edici bir farkındalığı yoktur, her şeyle bir bütündür ve kendini diğer nesnelerden, insanlardan ayırt edemez. Beyin ve sinir sisteminin gelişimiyle birlikte kendiyle diğer nesne ve insanları yavaş yavaş ayırt etmeye başlar.
Bir çocuk doğduğunda önce sadece kendisi vardır. Bir çocuk beş yaşına kadar kendini karşısındakinin yerine koyamaz. Karşısındakinin perspektifinden bakamaz, mesela annesine vurur ve annesi “canım yanıyor,” dediğinde bunu anlayamaz. Çünkü kendini karşısındakinin yerine koyamaz ama beynin ve sinir sisteminin gelişimiyle birlikte kendini karşısındakinin yerine koymaya başlar. Bu onun olgunluk yaşıdır. O andan itibaren gitgide kendi içindeki bölünme daha fazla artar ve kimlikler oluşur. O kimlikler hayatın içinde kendini daha fazla göstermeye başlar. Ama eğer sağlıklı bir gelişim süreci varsa bu kimlikler birbirine entegre olur ve çocuk bu kimlikler birbirine entegre olmuş bir şekilde hayatına devam eder. Ama gelişim sağlıklı değilse daha fazla bölünme olur ve bizim psikolojik problemler dediğimiz problemler ortaya çıkar. Bunların temel sebebi kişinin kendi içindeki parçaların birbiriyle entegre, uyumlu olmamasıdır. Kimliklerin uyumlu olmamasıdır, hatta geçmiş yaşam kişiliklerinin dahi birbiriyle uyumlu olmamasıdır.
Problemlerin ana kaynağı kendi içimizdeki parçalanmalardır, kişinin kendi içindeki parçaların birbiriyle uyumlu olmamasıdır. Fakat bu da evrim sürecinin doğal bir sürecidir. En büyük kapsamda ve en büyük çerçevede de baktığımızda aynı şeyi görmüyor muyuz? Pek çok yaratılış teorisi var ama Big Bang teorisini ele alırsak ne diyor? Bir tek şey, bir çekirdek var ortada, o patlıyor ve parçalara bölünüyor, genişliyor ve bir süre sonra tekrar kendi içine dönüp kapanıyor. Parçalara ayrıldıktan sonra tekrar bütünleşme meydana geliyor. Ama tekrar bütünleşme meydana geldikten sonra o, başka bir şey artık. Başka bir şey, çünkü başka bir seviyeye çıkmış oluyor.
Aynı şey bir insanın tek bir hayatı için de geçerli. Dallanıp budaklanıyor sonra git gide birleşiyor. Yirmili, otuzlu yaşlarda insan kendini pek çok parçaya bölebilir ve pek çok şeyi bir arada yapabilir. Ondan sonra beyin hücreleri beyni terk etmeye başlayınca beyin tekrar küçülür ve tekrar çocukluğa, bebekliğe doğru dönersiniz. Çok yaşlı insanlar bazen bebek gibi davranır çünkü bilinç git gide devreden çıkar. Çocuklukta zaten bilinç ve bilinçaltı ayrışmış durumda değil. Büyüdükçe ayrışıyor ama sonra tekrar bütünleşiyor. Bu, bu şekilde döngüler biçiminde hayatlar boyu devam eden bir süreç. Hayatlar boyu parçalanmalar – bütünleşmeler devam ediyor, ta ki ne zamana kadar? Yuvamız olan bu gezegen bizi buradan kovana kadar. Belli bir noktada bize artık tekmeyi basacak gezegen. Onun da kendine ait bir hayatı var. Doğal olarak “hadi fazla yük oldunuz,” diyecek ve o noktadan itibaren daha büyük bir bütünleşme başlayacak çünkü tekil olan varlıkların hepsi daha büyük bir sistemin içine entegre olacaklar. Ama o çok büyük bir entegrasyon, çok büyük bir bütünleşme, çok büyük bir hareket.
Anlatmak istediğim şu: Şu anda öyle bir dönemdeyiz ki aklımız, zihnimiz belli bir seviyeye kadar gelişti ama henüz bizi bir üst seviye ile entegre yapabilecek düzeye ulaşmadı, şu anki seviyede iyice parçalanmış vaziyetteyiz. Ama şimdi yavaş yavaş bu çalışmalarla birlikte bir bütünleşme, tekrardan aslına dönme, kaynağına dönme çabası var. Niye artık ruhsal konular çok fazla konuşulur, bilinir oldu. 90’lı yıllarda çok az insan ilgileniyordu bu konularla. Ama şimdi her yerde bu konularla ilgili bir etkinlik, bir yayın görmek mümkün.
Tabii ki kendini anlama ve keşfetme teorik olarak olacak bir şey değil. Bunun hayatta yaşanan bir tarafı var. Aslına bakarsanız istesek de istemesek de hayat bizi kazıya kazıya bunu öğretiyor. Ama şimdi biz ne yapmaya çalışıyoruz? Bu devirde ortaya çıkmış yeni bir bilinç hareketi var. Artık tatmin olmuyoruz ve her şeyi aklımızla anlamak istiyoruz. Sorun burada zaten. Şu andaki çevre sorunları falan aklımızın yarım olmasından kaynaklanmıyor mu? İnsanlar kendini doğanın hakimi sandı, doğayı sonuna kadar kullanılabilecek bir makine olarak gördü. Bunun sonuçlarını hep beraber görüyoruz. Bu kötü mü? Hayır, yaşayarak öğreniyoruz. İnsanlık olarak delikanlılık çağındayız. Bu çağ, parçalanmanın çok olduğu bir çağdır. Biz şimdi bir şeyleri daha iyi anlamaya çalışıyoruz ve istiyoruz ki zihnimiz, aklımız da artık bu gidişe ayak uydursun ve aklımızla kendi gelişimimizi anlayalım ve yönetelim.
Burada en önemli şey farkındalık ve her şey farkındalıkla başlıyor. Farkındalığın bizi dönüşüme götürmesi için değişmesi gereken bir şeyler var içimizde. Sadece farkında olmak tek başına yetmiyor. Bu değişimin veya dönüşümün en önemli bileşenlerinden bir tanesi “anlam değişimi” dediğimiz şeydir. Anlam değişimi hayat içinde doğal olarak gerçekleşen bir süreç. Yani pek çok şeyin anlamı zaman içinde değişir. Anlam verme, insanın idrakiyle alakalıdır. Çocukken yaptığınız şeye, kendinize yüklediğiniz bir anlam vardır, ama sonra bir şeyler öğrendikçe ve yaşadıkça bu anlamlar değişmeye başlar ve farklı yerlere oturur.
Aslında hem ilerlemenin hem de bütün problemlerin kaynağı bizim gerçekliğe yüklediğimiz anlamlarda yatıyor. Eğer anlamlar doğru yere oturmamışsa problem yaşıyoruz. Mesela normalde aşabileceğiniz bir şeye, hiç yapamayacağınıza dair bir anlam yüklerseniz o sizin için çok büyük bir engel olur. Veya hayatı acılı bir süreç olarak algılarsanız hayatı görüş açınız bu olur. Her şeyi sonlu veya sadece gördüklerinizden, duyduklarınızdan ibaret sanıyorsanız, bunun da yaratacağı bir anlam var ve şu anda biz bu tarz bir anlam yüklemenin sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bu bizim zihinsel haritalarımızla alakalıdır. Biz daima gerçekliği kendi zihnimizde modelleyerek ilerleriz ve hepimizin gerçekliğe ait kendine göre modelleri var, fakat bu modeller bilinçdışı mekanizmalar. Yani bilinçli olarak biz bunların çok fazla farkında değiliz, işte bunlar bizim anlamlarımızı oluşturuyor. Bunların oluşumu pek çok faktöre bağlı. Yaşadıklarımız, inançlarımız, kültürün bize aşıladıkları, geçmiş yaşamlardan gelen deneyimler vs. gibi pek çok katmanları var. Ve bu çok önemli bir konu gerçekten. Her şey zihnimizdeki anlamların değişimine bağlı, doğal olarak hayatın değişimi de zihnimizdeki anlamların değişimine bağlı.
Şimdi; farkındalıkla beraber, gerçekten ilk defa kendi içinizde olup bitenleri fark ettiğiniz anda doğal olarak bunun verdiği bir şok vardır. Bu ilk şok ile bir anlam değişimi meydana gelir ve bu yeni bir farkındalık yaratır. Eğer kendi içinizde bu döngüyü kurarsanız bunun gideceği nokta dönüşümdür. Dönüşüm, farkındalık ve anlam değişimi arasında bir döngü oluşturmaya bağlıdır. Eğer bu döngüyü oluşturursanız siz dönüşürsünüz, fakat bu iki dakikada değil, hayat boyu devam edecek bir süreçtir. Yaşadığımız olaylar ve kendimiz üzerinde çalışma bu döngüyü sağlar. Bu, devamlı değişimi ve dönüşümü sağlayan ana döngüdür. Bütün psikoterapi çalışmalarının temel hedefi anlam değişimidir. Bilinçdışı bir şeye belli bir anlam yüklüyorsa, örneğin onu bir tehdit olarak algılıyorsa, ondan sürekli kaçarsınız. Hayatın kendisini tehdit olarak algılayanlar var, bu insanın elindeki harita onu sürekli olarak güvensizliğe ve korkuya sürükler. Bu da doğal olarak onun bedeninde, sisteminde çeşitli tahribatlara neden olur çünkü stres içindedir.
Kimi insan da hayatı güvenli, rahat sakin bir yer olarak tanımlayabilir. O da böyle bir “anlam”a sahiptir, haritaya sahip olduğu için bunun sonucunu yaşar. Herkesin kendine göre bir haritası var; hayata, ilişkilere, kendine yüklediği farklı anlamlar var. Bu değişmediği sürece herhangi bir değişim, dönüşüm ve ilerlemeden söz edemiyoruz. Eğer bilinçli olarak üzerine gider ve kendi iç dünyanızı keşfederseniz duyguların, düşüncelerin farkında olur, neye ne şekilde anlam yüklediğinizi fark edebilirseniz bunları yavaş yavaş değiştirme şansınız olacaktır. Bu da doğal olarak dönüşümü getirir ve zaten ruhsal gelişimin amacı da budur. Doğal olarak, bu şekilde kendi üzerinde çalışmak herkese önerilecek bir yol değildir. Herkes bunu isteme,z ama bunu arayan ve bu yolda ilerlemek isteyen insanların sayısı gitgide artıyor.
İşte o zaman bu döngüyü artırmakta fayda var. Bu konferansa geldiğinize göre böyle bir arayıştasınız demektir. Sınırlayıcı inançların, genellemelerin, farklı kimliklerimizin farkında olmak, onları gözlemlemek, dış dünyanın, kültürün bizim üzerimizde nasıl etkileri olduğunu gözlemlemek bize kendi içimizde olup bitenler hakkında oldukça geniş bir farkındalık kazandırır. İşte bütün bunlarla beraber ancak dönüşüm meydana geliyor. Bu döngü içerisinde ilerledikçe bu döngünün bizi götüreceği nokta daha gelişmiş bir bütünlüktür. Bütünleşme arttıkça siz daha fazla kendiniz olursunuz. Ne demiştik, bütün problemlerin ana kaynağı parçalanma değil miydi? Ama bütünleşme arttıkça kendimizi daha bütün ve daha iyi hissediyoruz ve daha fazla kendimiz oluyoruz. Zaten ruhsal yolların ana amacı da budur, yani farkındalık dönüşüm ve bütünlük. Bu da zaten yeni bir farkındalığı oluşturur, bu farkındalık kendi içinde yeni bir döngüyü meydana getirir ve bu döngüdeki kişi git gide daha fazla gelişir.
Burada tabii hepsiyle alakalı yapılabilecek çok çalışma var. Sadece entelektüel, zihin düzeyinde anlamak bunları dönüştürmeye yeterli olmuyor. Çünkü şu anda bizim bütünlüğümüzün farklı düzeyleri var. Örneğin bedenimizde duygularla alakalı ayrı bir mekanizma ayrı bir sinir sistemi var. Buna “somatik zihin” diyoruz. Ayrıca “kognitif” yani bizim zihin dediğimiz düşünsel tarafımız var. Bir de “psişik” tarafımız, varlığımıza ait olup bedenle sınırlı olmayan ve pek çok hayatlara ait birikimleri kendi içinde barındıran tarafımız. Bu düzeylerin her birinde ayrı ayrı yapılması gereken işlemler vardır. Bu farkındalık, anlam değişimi ve dönüşüm meselesi bunların her biri için geçerlidir.
Somatik zihnimiz duygularla alakalıdır. Bedenimizde beynin dışında da birçok sinir merkezleri, sinir ağları var. Bunların en büyüğü bağırsaklarda bulunur. Duyguların çoğunu bağırsaklarımızla hissediyoruz o yüzden duygusal problemlerin en çok vurduğu nokta sindirim sistemidir. Duygusal çatışmalar, stres vs. sindirim sistemini vurur. O kendi başına çalışan bir sistemdir, ama beyin onu duygular ve bedensel hisler olarak yorumlar. Kognitif zihin, akılla ilgili fonksiyonlardır. Sadece bu düzeyde, entelektüel düzeyde bir şeyleri anlamak ve bilmek dönüşümü sağlayamaz. Psişik düzeyi ihmal edemezsiniz mesela. Psişe nedir? Sadece doğduğunuz günden bu güne kadar edindiğiniz deneyimlerin kayıtlandığı bölüm değildir. Psişe tüm yaşamlarımızı, insan olarak bedenlendiğimiz ilk hayattan bu yana tüm anılarımızı içinde barındıran bir bilinç katmanıdır.
Jung kolektif psişeden, bilinçdışından söz etti ama bu yaklaşıma bilim çevrelerinde hala burun kıvrılır. Halbuki gerçeği söyledi. Olay sadece sizin şimdiki hayatınızla bağlı değil. Hepimizin en az beş yüz hayatı oluşuğunu düşünürsek oradaki birikimi düşünün. Her bireyin büyük bir birikimi var, psişeyi oluşturan şey o birikim. Bebekler birtakım zekâyla, yeteneklerle doğuyor, hele bazıları büyük bir yetenekle doğuyor. Ne oluyor, psişik düzeydeki birikim kendisini kognitif ve somatik düzeylerde ifade ediyor. (Biz anlayış olsun diye birbirinden ayırıyoruz ama aslında bunların hepsi bir bütün. Zihnimiz ayırınca daha iyi anlıyor.) Beyinde de bu katmanlara karşılık gelen bölümler var. Zaten beyinde karşılığı olmayan bir şey bizim için yoktur. En üst mistik ruhsal deneyimler olsun, ölüme yakın deneyimler olsun bunların hepsi beyinde kalan izlenimdir. Eğer beyinde bir izlenim yoksa bizim için o deneyim yok demektir. Bilinçdışı düzeyde birçok şey gerçekleşebilir ama onlar beyne düşmediği sürece bizim için yok demektir. Onun için iç dünyada olan her şeyin beyinde de bir karşılığı vardır.
Bana göre ruhsal gelişim dediğimiz şey bizim için beyinde ve sinir sistemindeki değişmedir. Çünkü beyin ve sinir sistemi geliştikçe psişik düzeyde varlığın içinde olan materyal zaten burada daha fazla tezahür eder. Beyinde ve sinir sisteminde hiçbir gelişim yoksa buraya hiçbir şey yansımaz. Ruhsal gelişim metafizik bir kavram, havada olan bir kavram değildir. Gerçekliğin algıladığımız ve algılayamadığımız boyutları var. Birine fizik, birine metafizik diyoruz. Bunlar birbirinden ayrı değil ki. Hepsi bir bütünlüğün içinde tek bir şey olarak var, hiçbirini birbirinden ayıramazsınız. Ama biz bunu entelektüel olarak kavrıyoruz, tabii bunun bir duygusu da var, bunu duygusal olarak da yaşadığınızda o mistik deneyim oluyor.
“Bir ışığın içine girdim, orda her şeyle kendimi bir bütün hissettim ve bunu kelimelerle tanımlayamam” diyor. Işık ne? Görüntü değil mi? “Orada çok büyük bir haz hissettim” diyor. Bu da bir duygu. “Öyle bir müzik duydum ki dünyada öyle bir müzik yoktu” diyor. Bu da bir ses. Yani duyular dışında biz hiçbir şeyi tanımlayamayız, istediği kadar üst seviye olsun her şeyi duyularla kavramak zorundayız. Duyulardan başka bir şey bulamazsınız zihinde. Mutlaka bunlardan biri olur; yani beş duyumuz. O yüzden ruhsallık dediğimiz şey tamamen maddi bir şeydir. Hayattan ayrı ruh diye bir şey yok zaten. O bizim kavrayabileceğimiz bir şey değil. Biz ancak psişik düzeyi yani varlığı kavrayabiliriz. Bunların bütünleşmesi, bütün bu düzeylerin birbiriyle entegre olması, bütün haline gelmesi uzun zaman alıyor. Dönüşüm sürecinde ilerlediğimiz zaman gitgide daha üst bir birimle bütünleşebilir hale geliyoruz.
Bu yolculuk en üst noktaya ulaştığı zaman da dünyaya doğma zorunluluğu sona eriyor. Çünkü bir üst sisteme entegre olduğunuz zaman artık dünyada işiniz yok, ama bu toplu olarak olacak bir şey. Şimdi biz şu anda bir “bütünleşme” süreci içinde ilerliyoruz. Kutsal metinlerde “Ona döndürüleceksiniz” diye bir ifade vardır.
Ruhsal gelişim söz konusu olduğunda önemli olan gerçekten bir şeylerin değişmesi ve fark edilebilmesidir. “Dün şunlara değer veriyordum, bugün bunlara değer veriyorum; dün bunu anlayamıyordum, bugün anlıyorum; dün öfkeleniyordum, bugün öfkelenmiyorum; dün yalnız hissediyordum, ama artık kendimi hiç yalnız hissetmiyorum” gibi. Ama bunu gerçekten yaşamak ve gerçekten olması lazım. Bu da işte “olarak” olacak bir şey. “Yaparak” değil “olarak.” Bunun daha fazla farkında olursak bu süreci biraz daha hızlandırabiliriz.
Neyin farkında olacağız?
Burada daha çok kendi içimizdeki süreçleri izlemekten bahsediyoruz. Mesela duygular iyi bir gözlem alanı olabilir. Yani duyguları gözlemlemek. 4. Yoldaki ana meselelerden biri “kendini gözlemleme” ve “kendini hatırlama” meselesidir. Çoğunlukla bunu yapmıyoruz, kendimizi gözlemlemeden otomatik olarak yaşıyoruz. İçimizdeki duyguları, düşünceleri hatta bedenimizi bile takip etmiyoruz. Gerginliğin farkına bile varmıyoruz. Bütün bunların farkına varmak için onlardan ayrışmanız lazım.
Şimdi dönüşümü basit bir şekilde tanımlayacak olursak şunları söyleyebilirim: Bizim kendi içimizde özdeşleştiğimiz ve “ben” olarak adlandırdığımız birçok kimlik var. Yani kişilik özelliklerimiz. “Merhaba” diyorsunuz birine “kimsiniz?” Herkes kendini çeşitli kişilik özellikleriyle takdim ediyor. “Ben doktor Ferit,” “Ben mühendis Ali,” gibi. Şimdi bunda kötü bir şey yok. Hepimizin içinde birçok kimlikler var ve kendimizi o kimliğimizmiş gibi algılıyoruz ve kendimizi kaybediyoruz. Hepimizin sekiz on tane kimliği vardır. Bir kere doğal kimlikler var. Annenizin, babanızın evladısınızdır. O zamanlara ait parçalanmış kimlikleriniz varsa onlar da içerde, bilinçdışında yaşamaya devam eder. Yaptığınız işlere ait kimlikler vardır, bunlar çeşitli rollerdir. Ayrıca kültürel kimlikler var.
Bunlar zaten bilinçdışının, sistemin parçaları ve biz kendimizi bunlarla özdeşleştirmiş durumdayız. Bu kimliklerin her birinin kendine göre duyguları, düşünceleri, inançları, değerleri, paternleri var. Dolayısıyla bunlar bizim kimliklerimizi oluşturuyor. Buna benlikler de denilir, biz kendimizi bunlarla özdeşleştirmiş durumdayız. Bunda kötü bir şey yok ama bunlar birer özne. “Ben öfkeliyim”, “ ben sevinçliyim”, “ ben mutluyum” ne demek? Kendini, kendi varlığının yani bedenin içinde kaybetmek demek? Bunların her biri bizim için birer özne. Fakat eğer kendinizi ve kendi bilincinizi bunlardan bir kademe ayrıştırıp bunun üstüne çıkarsanız ne oluyor biliyor musunuz? Bu kademede “özne” olan siz, bir üst kademeye çıktığınızda “nesne” oluyor. İçinizdeki her şey, bütün hepsi özne. Onu izleyebiliyorsanız, siz o değilsiniz demektir. Ama bu gözlemleyebilmeyi alışkanlık haline getirmek epey bir çaba istiyor. Genellikle biz onların içinde kendimizi kaybediyoruz.
Zaten algılamanın mekaniği bu. Her şeyi zihin alanımızda temsil etmek zorundayız. Şöyle düşünün, bu sizsiniz, zihin alanınız, bu da sizin gözlemleyen benliğiniz. Bir de sosyal çevreniz var. Etrafta bir sürü insan var, eşyalar var. Siz gerçekte bu insanları olduğu gibi algıladığınızı zannediyor musunuz? Zannediyoruz ama öyle değil. Bizim algıladığımız şey, bu insanların bizim bilincimizdeki, yani zihin alanımızdaki izdüşümleridir. Çünkü o insan sizin için yanınızda yokken de var. Tanıdığınız insanlar şu an buradalar mı? Değil. Peki, nerede? Kafanızın içinde. Onların seslerini duyabilirsiniz, dikkat edin onları düşünürseniz onların duygusu da canlanır. O zaman biz birine karşı tepki duyduğumuzda tepkimiz bu insana değil ki, o insanın izdüşümüne tepki veriyoruz. “Karşındaki insanda ne görüyorsan, aslında sende olanı görüyorsun” deniyor ya onun mekaniği işte bu. Gerçekten öyle. Şu anda tanıdığınız ve ilişkide olduğunuz bir insanı düşünün, zihninizde canlandırın. Şimdi o insanı düşününce hisleriniz ve anılarınız da canlanıyor ve o insanın sizin için bir anlamı var, değil mi? Sevdiğiniz insanı düşünürseniz olumlu duygular, sevmediğiniz insanları düşünürseniz olumsuz duygular meydana gelir. Nötr de olabilir tabii. Bütün o insanlara ait imgeler sizin zihninizin içinde.
Ona ait görüntüler, sesler, kayıtlar var zihninizin içinde. Kayıtlar zihninizde, verdiğiniz tepki zihninizde, ayrıca buna anlam yükleyen bir sürü mekanizma var yine zihninizde. Neden bir kişi size antipatik geliyor? Çünkü o insana anlam veren sizin zihniniz. O anlamı yükleyen mekanizma zihninizde, kendi içinizde. Kendi içinizdeki yansımaya, onun temsiline kızıyorsunuz, çünkü ona kızmanızı sağlayan ve oluşmuş bir sürü anlam mekanizması var. Bu yüzden anlam değişimi çok önemli. Anlamlar nasıl oluşuyor bunu anlatmak çok uzun. Bazıları geçmiş yaşamlardan geliyor. Niye biri birine sempatik gelir de bir diğerine antipatik gelir, bunlar hep bilinçdışında.
Biz kendi anlamlarımızla özne olmuş durumdayız, eğer kendinizi bunların içinde kaybolmadan ayrıştırır ve bütün bunlara dışarıdan bakarsanız; “benim duygularım var, düşüncelerim var, anlamlarım var,” şeklinde bunları fark ederseniz o noktadan itibaren bu seviyede duygularınız, düşünceleriniz sizin için “nesne” olur. Dönüşüm, öznenin nesneye dönüşmesidir. Özne nesneye dönüştükçe siz dönüşmüşsünüz demektir. Ha bu seviyeye çıktığınızda da özdeşleştiğiniz başka şeyler var, bu seviyeden çıktıkça bu seviyenin özneleri de nesne olacak, ta ki bunun en son vardığı noktada burada doğmaya gerek kalmayana kadar. Bütün özneler nesne olduğunda artık doğmaya gerek kalmamıştır buraya. Ama burada şöyle bir şey var, bu doğal olarak ve yavaş ilerleyen bir süreçtir. Nasıl olabilir ki diyorsunuz, ben buyum işte duygularıma nasıl dışarıdan bakabilirim, nasıl ayrıştırabilirim?
Zihnimizde herkese ait izdüşümler ve izdüşümlere yüklediğimiz anlamlar var. Ve bunların mekanizmaları var. Biz zihnimizdeki her şeyi böyle algılamak zorundayız. Çünkü duyulara bağlıyız mekaniği bu, ya bir görüntü, ya bir ses olacak. Hissi biz yaratıyoruz. Dış dünyadan bize sesler ve görüntüler ulaşır, duygular ve hisler ulaşmaz, hisleri biz üretiriz. Duyguyu biz hissediyoruz, anlam yüklemenin en önemli mekanizması zaten duygular. Bir şeyin anlamını belirleyen şey onun duygusudur. Dışarıdan gelen şey görüntü ve sestir ve duyguları siz yaratırsınız ama o da bir nesne aslında. Dolayısıyla anlamlar, duygular doğru yere oturmadığı zaman hayatın içinde sıkışıyoruz. Duygular ya pozitiftir ya negatiftir.
Hayata en büyük anlam katan şey duygulardır. Hiç birimiz Mr. Spock değiliz. İnsanda bir duygu var. Mesela şu anda niye buradasınız? Çünkü bunları öğrenmenin size verdiği bir duygu var, çünkü bunları öğrenmek hoşunuza gidiyor. Burada öğrenmek hoşunuza gitmeseydi buraya gelir miydiniz? O yüzden duygular ana mekanizma, hayatın ana metronomu. Dünyada duygular üzerinde çalışıyoruz. “Lucy” diye bir film vardı, en üst beyin kapasitesine ulaştığında duygular ortadan kalkıyordu. Her şeyi lojik olarak yapıyor, ama biz insanlar duygular üzerinde çalışıyoruz. Duygular iyi ki var, duygular olmasaydı motivasyonumuz olmazdı. Duygu yoksa bu gerçek bir depresyondur.
Bir şeyden rahatsız olduğunuzda kendinize sorun bakalım “kim rahatsız oluyor?” Kim “bunu yapma!” diyor içinizde. Hepsinin arkasında bir kimlik var; ya annenizdir, ya babanızdır, ya öğretmeninizdir. Kendini gözlemlemek çok eğlenceli bir alan, bunun sonu yok.
Duygulardan kendinizi ayırıp izlemeniz lazım: “Ben duygular değilim.” Bunu kendinize devamlı hatırlatabilirsiniz. “Ben düşünceler değilim.” Gerçek meditasyon budur. Hislerinizi izlersiniz ve “ben hisler değilim” dersiniz. Gerçek meditasyonda siz şimdide olursunuz. “Ben hislerimin farkındayım, ama ben hisler değilim. Duygularımın farkındayım ama ve duygularım, düşüncelerim değilim. Örneğin “Şu anda bedenimde kızgınlık hissediyorum.” derseniz kendinizi o kızgınlıktan ayırmış olursunuz. Mesela kendinize sorun, “kızgınlığı bedeninde nerede hissediyorsun?” genelde karındadır.
Gözlemlemeden duygulara hakim olamazsınız. Bazı duyguları dönüştürmek için de yardım almak lazım. Bilinçaltındaki geldiği kaynağı dönüştürmedikçe duygular dönüşmüyor. Bir makine düşünün eskiden mekanik saatler vardı. Herhangi bir makine inşa edildiğinde parçalar birbiriyle uyumludur ve çalıştığı sürece sorun yoktur. Makineler kapalı sistemlerdir, açık sistem değildir. Parçalar birbiriyle uyumluysa ve entegreyse motor çalışır. O dişlilerden biri çalışmazsa veya her parça ayrı bir yere gitmek isterse o zaman entegrasyon bozulmuş olur. Bunu insana uyarlarsak bütünleşmenin yatay ve dikey düzlemde pek çok boyutu vardır. Mesela yatay düzlemde bütünlük, kimliklerin birbiriyle entegre olmasıdır. Ciddi travmalar yaşayıp sonrasında kişilikleri parçalanan kişiler vardır. Bu tip durumlara “çoğul kişilik bozukluğu” deniyor.
Ağır travmalarda kişiler hayatla baş edebilmek için parçalanma yaşar ve en uç noktada çoğul kişilik bozukluğu olur. Kişilikler birbirini tanımaz, ses değişir, göz numarası değişir vs. Bu, parçalanmanın en uç noktasıdır. Çizginin bir ucuna çoğul kişilik bozukluğu, diğer uca da tam bütünleşmiş insan dersek hepimiz bu çizginin bir yerlerinde bulunuruz. Uç noktada kişilikler birbirini tanımıyor ama normal durumda da belli oranda parçalanma var. Siz diyorsunuz ki “şu gün şu işi yapacağım” sonra başka bir kimlik devreye giriyor ve “ya boş ver sonra yaparım” diyor.
Sosyal çevremizdeki rolleri güçlü olan anne baba da bizim için bir parçadır. Bazı parçalar annenin, bazı parçalar babanızın tarafını tutabilir. Bütünleşme olduğu zaman yani bu dönüşüm meydana geldiğinde o zaman hepsi birbiriyle uyum içinde hareket edebilir. Her dönüşüm, yani her öznenin nesne olması o kimliğin veya parçanın bir üst sisteme entegre olması demektir. Yani artık hepsi birbirini tanıyorlar. Pek çok durumda içimizdeki bazı kimlikler birbirini tanımayabilir. Mesela sekiz yaşında bir şey yaşadıysanız o parça şimdiki yaşınızın 40 olduğunu bilmeyebilir. Bu anlattıklarım yatay seviyedeki durumu gösteriyor. Bir de dikey seviyede geçmiş yaşam kişilikleri var sisteme entegre olmamış.
Bir durumla karşılaşıyorsunuz o parça içeriden bağırıyor, korkuyor. Sisteme entegre olmamış. Bir de misafirler var, başkalarına ait enerjiler, onlar da sistemin bir parçası, onlar da kendi kaynağı ile bütünleşememiş sizinle rezonansa girmiş parçalar. O diğer varlığın duyguları sizinle rezonans halinde ve size bir şey yaşatıyor. Onu kendi kaynağına gönderirsek bu da bir bütünleşme. Bir de atalarımız var 7 kuşak atalarımız bizi şu anda etkiliyor. Onların tecrübelerini de taşıyoruz içimizde. Bu beden psikogenetik yolla onlardan gelen anıları da taşıyor. Kısacası çok neşeli bir sistem yani. Şimdiki hayattaki kimlikler, parçalar, sosyal çevre, atalar, geçmiş yaşam karakterleri ve misafirler. Yüzlerce parça var. Entegrasyon demek, bunların birbiriyle uyumlu çalışması demek. Siz entegre oldukça içinde bulunduğunuz sisteme ve düzene de daha çok entegre olursunuz. Kendi içinizdeki bütünleşmeyi sağladıkça kendi varlığınızla bütünleştiğiniz için sistemle bütünleşirsiniz.
Parçalanmış olduğunuzu fark etmezseniz neyi entegre edeceksiniz? Hepimiz parçalanmış durumdayız. Bu entegrasyonu sağlayıp bütünleştikçe daha huzurlu bir hale geliriz. Gerçek anlamda huzur, mutluluk değil. Huzurlu insanların kendi içinde bir bütünlük vardır. Bütün psikolojik problemlerdeki ana dinamik budur: Bir problem varsa içeride bir bölünme, parçalanma var demektir. Bütün terapilerin amacı da bütünleşmeye gitmektir. Dünyada yaşamanın hedefi de budur.
Soru: Entegrasyonu sağlamak için kimliklerle yüzleşmek mi gerekiyor?
Entegrasyon çok geniş, çok kapsamlı ve hayatlar boyu süren bir süreçtir. Bu, normal hayat içinde minik minik oluyor, ama daha büyük ölçekte de olabilir. İnsanın sadece dünyadaki var oluşunu, yüzlerce hayatını tek bir hayat gibi kabul edebilirsiniz. Aslında öyle çünkü aynı arketipler dönüyor, aynı arketipler sürekli olarak tekrarlanıyor hayatın içinde. Kimliklerin bütünleşmesi çok önemli bir aşama, kimlik düzeyinde bir bütünleşme meydana getirirseniz bunun gözle görülür etkisi çok büyük olur.
Önce parçaları tanımlayıp fark etmek lazım. Onları tanıdıkça onlarla arkadaşlık kurup onları birbiriyle tanıştırırsınız. Zaten hayat bunu yapıyor, ama farkına varırsak daha bilinçli hareket edip süreci hızlandırabiliriz. İnsanın kendiyle barışık olması demek içerideki parçaların ve her şeyin birbiriyle barışmasıdır. İstediğimiz şey bu zaten. “Kendinle mücadele etmek” diye bir metafor var ki bana göre yanlış bir metafordur. Çünkü mücadele bölünmeyi daha çok artırır. Her zaman kaybedersiniz, çünkü bilincin bilinçdışına karşı hiçbir gücü yoktur. Bilinçdışı ve bilinç çatışırsa, bilinç her zaman kaybeder. Amaç mücadele değil bütünleşmek olmalıdır. Bir de gölge taraflarımız var. Onunla mücadele ederseniz o yok olmaz ki, onunla barışır, işbirliği yaparsanız onun potansiyelinden ve gücünden de yararlanırsınız. Bu da onunla mücadele ederek değil, barışarak olur.
Soru: Gözlemin niteliği ne olmalı. Nasıl öğreniriz?
4. Yol ekolüne bakın. Hangi durumda bedeninize ne oluyor başlangıçta bunu fark etmeye çalışın. Duyguların bedende karşılığı vardır. “Hisleriniz nedir?” önce bunun farkında olun. Duyguları fark etmeye çalışın yargılamadan. Hangi durumda ne hissediyorsunuz? Gece yatağa girince gününüzü gözden geçirebilirsiniz. Sonra düşünceleri gözlemleyin, bakın bakalım onları kim düşünüyor tek tek. Bunu yaptıkça içinizde olup bitenlere aşinalık kazanırsınız.