Şu anda bu yazıyı okurken bunun bir rüya olup olmadığını nasıl bilirsiniz? “Bu bir kelime oyunu, şu anda uykuda olmadığımın farkındayım. Çünkü uyumadığımı biliyorum.” diye düşünebilirsiniz. Fakat bu konuda karar vermek için acele etmeyin. Çünkü şu anda bu yazıyı okurken rüya görüyor olabilirsiniz… Bunun doğru olmadığını tekrar kontrol etme ihtiyacı hissettiniz mi? Bunun doğru olmadığını yüzde yüz ispatlamak mümkün değildir. Çünkü bazı rüyalarımız gerçek yaşamdan bile daha gerçektir. Rüyanızda  canınızın acıdığını hatırlıyor musunuz?

Bu zaman zaman olabilen bir şeydir. Çünkü beyin açısından bir şeyin gerçek ya da hayal olması arasında algı bakımından hiçbir fark yoktur. Eğer zihninizin içinde gerçeğe çok yakın kurgular oluşturursanız bedeniniz buna tam anlamıyla gerçekmiş gibi tepki verecektir.

İşte bu noktada gerçeklerle hayallerin sınırı birbirinin içine karışır. Aslına bakarsanız bizim gerçekliğimizde gerçek olan her şey sadece sübjektif yani içsel algılamalardan ibarettir.

Gerçekliği Nasıl Yaratırız?

Duyu organlarımız -göz, kulak, deri, burun, dil- dış dünyadan aldıkları verileri işleyerek beynimize sinirler aracılığıyla elektrik sinyalleri gönderirler. Beyin de almış olduğu bu sinyalleri yorumlayarak algıladığımız gerçekliği “yaratır.” Yani biz kendi dışımızda olduğunu zannettiğimiz gerçekliği algılarken aslında onu yaratırız. Beynimiz dış dünyadan duyular aracılığı ile gelen sinyalleri yorumlayarak gerçekliği simüle eder.

Durum böyle olunca kendi dışımızdaki gerçeklik oldukça sorgulanabilir bir hal alır. Çünkü biz gerçekliği duyularımızın ve sinir sistemimizin olanakları dahilinde algılar ve yorumlarız. Eğer şu an sahip olduğumuz duyuların dışında başka duyularımız olsaydı gerçeklik bizim için bambaşka olacaktı.

Şimdi şunu deneyin: Bir karınca kadar küçük olduğunuzu hayal edin. Otların, taşların ve zemindeki nesnelerin arasından yürüdüğünüzü imgeleyin. Böyle bir durumda gerçekliğiniz nasıl değişirdi? Şimdi daha da ileri giderek atomaltı parçacıkların arasından geçebilecek kadar küçüldüğünüzü imgeleyin. Etrafınızda büyük bir hızda hareket eden çeşitli parçacıklar ve enerji topları var. Dilediğiniz yere seyahat edebiliyorsunuz…

Bunu imgelediğinizde katı maddelere ne oldu? Şimdi şunu deneyelim, yavaş yavaş büyüdüğünüzü ve önce dünyayı, sonra güneş sistemini ve sonra da bir galaksiyi kaplayacak kadar büyüdüğünüzü imgeleyin. Bu kadar büyüdüğünüzde dünya üzerinde olan bitenler size nasıl görünüyor?

Bu ve buna benzer deneyleri dilediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Kısacası bizim için gerçeklik, beynimizde oluşan bazı elektriksel ve kimyasal olaylardan ibarettir. Eğer böyle bir hareket yoksa bizim için algılama diye bir şey yoktur. Son zamanlarda sayısı giderek artan bilim kurgu filmleri bu konulara temas etmektedir. Bu filmlerde genellikle beyne bağlanan çeşitli sistemler aracılığı ile beyinde sinyaller oluşturarak sanal bir gerçeklik yaratma girişimlerini görürsünüz. Bu tip filmler içerisinde en çok ün yapmış olanı Matrix’tir. Filmin kurgusu içerisinde ilerlemiş yapay zekaya sahip bir makine sisteminin insanların büyük bölümünü ele geçirdiğini ve onları küvözlerin içinde tutarak yaşamalarını sağladığını ve oradaki insanların küvözde olduğunu bilmeden beyinlerine bilgisayar tarafından gönderilen sinyallerle oluşturulan sanal bir gerçekliğin içinde yaşadıklarını izlersiniz. Bu güzel senaryo içerisinde insanlar aslında beyinlerine bilgisayar tarafından empoze edilen bir rüyanın içinde yaşamakta, işe gidip gelmekte, türlü deneyimler içinde gerçek yaşamda olduklarını zannetmektedirler. Bu sistemin dışına çıkmış olan bir grup insan ise makinelerle savaşmakta ve insanları makinelerin elinden kurtarmak için mücadele etmektedirler. Makineler ise yer altında yaşamakta olan insanlara karşı bir savaş başlatırlar. Ve konu böylece sürer gider.

Bana göre bu film, içinde yaşadığımız durumu biraz ironik bir biçimde ele alan çok güzel bir kurgudur. Aslında vermek istediği mesaj -biraz rahatsız edici olsa da- bizim normal hayat olarak adlandırdığımız şeyin buna benzer bir durum olduğudur. Günlük yaşamın koşuşturmacası içinde hepimiz bir şeylerin peşine takılmış vaziyette tam olarak ne yaptığımızın farkında olmadan yaşadığımız düzeni sürdürme ve hayatta kalma gayreti içerisinde yaşar gideriz. Fakat ilginç olan nokta şudur ki, yaşadığımız gerçekliğin bir rüya olmadığını kanıtlamak gerçekten de mümkün değildir.

Rüya içinde rüya gördüğünüz hiç oldu mu? Yatağınızda ya da başka bir yerde uyuyorsunuz. Sonra uyanıp biraz önce bir rüya gördüğünüzü hatırlıyorsunuz. Hatta belki de bu rüyayı başka bir kişiye anlatıyorsunuz. Daha sonra bir kez daha uyanıyorsunuz. Bu sefer gerçekten uyanmış oluyorsunuz. (Gerçekten uyandınız mı, yoksa bu da başka bir rüya mı?) Ve rüya içinde rüya gördüğünüzü fark ediyorsunuz.

Bütün bu örnekler bize gerçekliğin oldukça sorgulanabilir nitelikte olduğunu gösterir. Uyanık halimizin daha fazla gerçek, rüyaların ise daha fazla hayal olduklarını söylemek bizi rahatlatabilir. Çünkü uyanıklık halimizdeki gerçeklik bizim için daha stabil durumdadır. Bu yüzden onu referans noktası olarak ele almayı tercih ederiz. Uyanık halde deneyimlediklerimiz “gerçek”, rüyada ya da bir şeyleri imgelerken yaşadıklarımız “hayal”dir. Aslında bu ikisi arasındaki tek fark bizim bunu “biliyor” oluşumuzdur. Yani bir şeyi imgelediğimizde bunun içsel, normal yaşamda deneyimlediklerimizin ise dışsal bir algılama olduğunu biliriz. Peki bunu bilmeseydik o zaman nasıl olurdu? Yani hayaller de bizim için gerçekler kadar gerçek olsaydı?

Hayaller ve Gerçekler

Bu tam olarak şizofrenlerin deneyimlediği şeydir. Şizofrenliğin sebebi bu kişilerin aslında çok yaratıcı bir beyinlerinin olması, ancak beyinlerinde gerçeklerle hayalleri birbirinden ayırt edebilecek bir stratejiye sahip olmamalarıdır. Şizofrenler hayalleriyle gerçekte olanları birbirine karıştırırlar ve kendi hayallerinin gerçek olduğuna inanırlar. Aslında bu durum çizginin en uç kısmıdır. Normal insanlar da bu çizginin bir yerlerindedirler. Ve fazlaca yaratıcı olanlar derece derece şizofrenliğe yakındırlar.

Peki aynı şeyi biz “normal” insanlar rüyada deneyimlemiyor muyuz? “Ohh! Iyi ki rüyaymış!” dediğiniz kabuslarınız olmadı mı? Ya da “Ahh, keşke gerçek olsaydı!” dediğiniz rüyalarınız? Rüyayı deneyimlerken onun rüya olduğunu bilmezsiniz ve onu bir gerçeklik olarak deneyimlersiniz. Bu gerçek bazen sizin içinde yaşadığınız gerçek dünya ile uyumludur bazen de değildir. Bazen dünyada olmayan “paralel” gerçekliklere ait bazı şeyleri deneyimlersiniz rüyalarınızda. Uyandığınızda hayretler içinde kalırsınız. Bu da nereden çıktı diye. Bazen fizik kuralların ötesine geçtiğiniz rüyaları deneyimlersiniz ve örneğin rüyanızda uçarsınız. Bazen cinselliği deneyimlersiniz ve bu da sanki gerçek gibidir. Hatta rüya sırasında cinsel olarak tatmin bile olursunuz. İşte bütün bunlar aslında rüyaların hayal olmadığını gösteren durumlardır.

Geçmiş Topluluklarda Rüyalar

Rüyalar ve rüya görme üzerine tarih boyunca yürütülen birçok çalışmalar var. Günümüzde rüya görme olgusu bilimsel ve psikolojik açıdan geniş çapta incelenmektedir. Çeşitli uyku laboratuvarlarında rüyaları oluşturan fizyolojik mekanizmalar ve bunların ardındaki psikofizyolojik etmenler incelenmiş, sonuçta rüyaların birçok açıdan çok önemli olduğu bulgulanmıştır. Burada bu deneyleri detaylı olarak inceleyecek yerimiz yok, o yüzden bunu başka bir yazıya bırakarak rüyaların tarihteki yeri ve önemi üzerinde biraz duralım.

Dünyada yaşamış çeşitli toplulukların geçmişine baktığımızda rüyaların özellikle kabile kültürlerinde çok önemli ve hayati bir öneme sahip olduğunu görürüz. Bu topluluklarda rüyalar farklı işlevler için kullanılan ve yararlanılan önemli bir araçtı. Kabile üyeleri sabah uyandıklarında güne başlamadan önce rüyalarını paylaşır ve üzerinde konuşurlardı. Bu onlar için çok önemliydi, çünkü kabilede yaşayan herhangi bir bireyin gördüğü rüyanın tüm kabile için bilgi kaynağı olabileceği ve onlara yol gösterebileceğine inanıyorlardı. Ayrıca rüyalar yoluyla, av kaynakları, kabilenin geleceği, doğal olaylar, uzağa giden kabile üyeleri ve yaklaşan tehlikeler hakkında bilgi alabilmekteydiler. Bu kültürlere göre rüyalar beynin uydurduğu hayaller değil, gerçek yaşama ait önemli bazı bilgi ve uyarılar içeren mesajlar olarak görülürdü. Kabile içinde daha deneyimli olan büyükler bu rüyaları yorumlayarak oradan önemli bazı sonuçlar çıkartır ve elde edilen bu verileri kabilenin bütünlüğünü ve devamını sağlamak için kullanırlardı. Rüyaların bu şekilde paylaşılıp konuşulması aynı zamanda bir tür psikoterapi niteliği de göstermekteydi. Bu şekilde kabile üyelerinin bilinçaltı düzeyde temizlenmesi de sağlanmaktaydı. Bu rüyaların bazılarında kabilenin daha önce ölmüş ataları ve kabileyi koruyan bazı ruhsal varlıklarla da temasa geçilebilmekteydi. Böylece kendi akıllarından daha üstün bir bilgelik kaynağıyla temasa geçip oradan bilgi ve rehberlik almak mümkün olabilmekteydi.

Geçmiş zamanlarda sadece kabile kültürlerinde değil, hemen tüm toplumlarda rüyaların ne kadar önemli bir rol oynadığını gösteren sayısız kayıt bulunmaktadır. Bizim kültürümüzde de benzer bir durum söz konusu. Şu anda üzerinde yaşamakta olduğumuz topraklarda var olmuş tüm uygarlıklarda rüyaların ne kadar önemli olduğu tarihsel bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Eski Yunan, mezopotamya uygarlıkları, Türkler ve nihayet Osmanlı döneminde rüyaların ne kadar önemli olduğu ile ilgili birçok örnekler bulmak mümkündür. Bu dönemler içerisinde rüyalar birçok tarihsel gelişmeye yön vermiştir. Özellikle liderlerin gerek kendilerinin gerekse çevrelerinde bulunan insanların gördüğü çeşitli rüyalar onların kararlarını önemli ölçüde etkilemiştir.

Rüyalar Nasıl Oluşur?

Rüyalarla ilgili çeşitli gözlemlerden yola çıkarak rüya halinde bilinçdışının derinliklerine dalarak kendi psişemizin sınırlarını aştığımızı ve daha geniş kolektif bir alana daldığımızı varsaymak çok yanlış olmayacaktır.

Ancak burada dikkat etmemiz gereken nokta her rüyanın böyle bir niteliğe sahip olmadığıdır. Deneyimlediğimiz her rüya aynı mekanizmalarla tetiklenmez. Kısaca özetleyecek olursak rüyaların ardında genellikle dört temel tetikleyici mekanizma çalışır:

Bunlardan birincisi bedenimizdeki çeşitli fiziksel ve kimyasal durumların tetiklediği rüyalardır. Bedenimizdeki çeşitli fiziksel değişimler bazı rüyalar görmemize sebep olabilir.

Bedenimizdeki bir rahatsızlık ya da hormonal değişiklikler kendisini sembolik bir rüya olarak açığa vurabilir.

İkincisi, günlük algıların bilinçdışında yarattığı izlerden kaynaklanan rüyalardır. Günlük olarak yaşadıklarınız, okuduklarınız, dinledikleriniz, gördükleriniz bilinçdışı düzeyde çeşitli izler meydana getirir. Uyuduğumuz zamanlarda deneyimlediğimiz ve öğrendiğimiz şeyler bilinçdışına aktarılır. Bu aktarımlar zaman zaman çeşitli rüyalara sebep olabilmektedir.

Üçüncüsü, bilinçdışı düzeyde telepatik olarak gerçekleşen tesir alışverişlerinin sonucu olarak ortaya çıkan rüyalardır. Fiziksel olarak tanısak da tanımasak da yakın olduğumuz insanlar vardır. Bu insanlarla zaman zaman telepatik etkileşimler içine girebiliriz. Bu etkileşim bilinçdışı düzeyde gerçekleşir. Bunun bilinç düzeyine çıkması rüyalarda olur. Yani rüyalarımızın bazıları bilinçdışı düzeyde gerçekleşen telepatik etkileşimlerin sonucu olarak ortaya çıkar. Bunları her zaman ayırt edemeseniz de rüyalarınızı yakından takip ederseniz bu tip rüyaları fark edebilirsiniz.

Dördüncü tip rüyalar bizden daha üst bilinç düzeyindeki varlıklarla olan etkileşimlerimiz sonucu oluşan rüyalardır. Bu tip rüyalar bazen geleceğe ait izler de taşıyabilirler. Bu tipte rüyaların havası diğerlerinden biraz daha farklıdır. Bunlar oldukça derin ve canlı rüyalar olur. Bu tip rüyalara dikkat edilirse bu kaynaktan rehberlik almak ve bir şeyler öğrenmek mümkün olabilir.

Rüyaların önemli bir kısmı bireysel psişe ile kolektif psişe arasındaki karşılıklı etkileşimlerin sonucu olarak ortaya çıkar. Bilinçdışının kendisini doğal yoldan ifade edebilmesinin en önemli yolu rüyalardır.

Rüyalardan günlük yaşamda yararlanmanın pek çok yolları var, ama bunu başka bir yazıya bırakarak son olarak şunu düşünmenizi öneriyorum:

Uyanık haldeyken yaşadığınız gerçek hayatı bir rüya, rüyaları gerçek hayat olarak düşünün. Ve bakın bakalım hangisi daha gerçek?