Hepimizin kendisine göre bir düşünüş ve algılama tarzı vardır. Ve bunlar bizim kişiliğimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Hepimiz zaman içerisinde değişmekle birlikte dünyayı kendimize göre belli bir biçimde algılarız.  Bu, beğensek de beğenmesek de kabullenmemiz gereken bir olgudur. Çünkü her yetişkin insanın kendisine göre bir geçmişi vardır ve geçmişe ait kayıtlar bizim tüm kişiliğimizin dokusuna işlemiş durumdadır. Yani ne kadar inkar etsek de, unutup bastırsak da hepimiz geçmişin çocuklarıyız.

Üstelik bu geçmiş yalnızca bizim bireysel geçmişimizle sınırlı değil. Çünkü içinde yetiştiğimiz toplumun kültürel bir mirası var ve bu miras çok küçük yaşlardan itibaren bizim beyin hücrelerimizin derinliklerine işlemiş vaziyette.

Şimdi durup zihinsel olarak yaptıklarınızı bir düşünün. Şu an bu sözcükleri okuyup bunlardan anlam çıkarıyorsunuz. Bunu ne zaman öğrendiniz? Doğduğunuz andan başlayarak etrafınızdaki insanların konuşmalarını işiterek, çevrenizde binlerce, milyonlarca olaya, konuşmaya vs. tanık olarak…

Ve şimdi karşınızda birisi konuştuğunda onu anlamayı durdurmak gibi bir seçeneğiniz yok. Onu anlamamak isteseniz de, dikkatinizi başka bir şeylere yöneltseniz de karşınızda birisi konuştuğu sürece onu anlamak zorundasınız. Yani burada seçme şansınız yok.  Ana lisanınız neyse onu anlamadan edemezsiniz.

Yaşadığınız şeylere karşı kendi dışınızdan bir reaksiyon göstermeseniz bile en azından içinizden bir reaksiyon gösterirsiniz. Duyduklarınız, gördükleriniz içinizde bir şeylerin tetiklenmesine sebep olur. Bunu çoğu zaman durduramazsınız. İçimizde her an işlemekte olan binlerce “otomatik” sürecin ardında hep belli şartlanmalar belli “programlar” vardır. Hoşlanıp hoşlanmadıklarımız, beğenip beğenmediklerimiz, değer verip vermediklerimiz, inanıp inanmadıklarımız, algılayıp algılamadıklarımız bütün bunlar zihnimizde oluşmuş bulunan kalıplar doğrultusunda gerçekleşir ve bunlar belli bir yaştan sonra çok zor değişir. Bunların değişmemesi aslında değişmesinin zor olmasından kaynaklanmaz, yalnızca bunları değiştirmek için bir ihtiyaç duymadığımızdan kaynaklanır. Halbuki istendiğinde her şey değiştirilebilir.

Elbette bazı şeyleri değiştirmeye ihtiyacımız yoktur, ama bizi kısıtlayan ve gelişimimizi engelleyen şeyler değiştirilmelidir.

Fizik anlamda özgürlük alanınızın genişlemesi elinizdeki imkanlara bağlıdır. Yani eğer parasal imkanlarınız varsa istediğiniz şeyleri yapabilir, istediğiniz yerlere gidebilirsiniz. Ama böyle bir imkanınız yoksa o zaman belli bir sınır içerisinde yaşamak zorundasınız demektir. Bu sizin için sorun olmayabilir. Ama sonuç olarak elinizdeki imkanlar daha fazla olduğunda potansiyel anlamda daha geniş seçeneklere sahipsiniz demektir.

Aynı şey bizim zihinsel alanımız için de geçerlidir. Yani zihinsel bakımdan ne kadar zengin seçeneklere sahipseniz özgürlüğünüz o kadar fazla demektir. Eğer bu konuda fakirseniz elbette seçenekleriniz de özgürlüğünüz de kısıtlı olacaktır.

Örneğin belli bir durumda sürekli aynı tepkiyi gösteren birini düşünün. Bu kişi bu durumda tek bir seçeneğe sahiptir. Başka bir seçeneği öğrenmiş olmadığından dolayı sürekli makine gibi aynı tepkiyi gösterecektir. Eğer elinde 10 seçenek olsa belki de bu seçtiği en son sırada yer alacaktı.

Peki bizi zihinsel ve duygusal anlamda özgürleştirecek bazı temel ilkeler ya da uygulamalar var mıdır? Elbette var. Tarih boyunca pek çok ezoterik, felsefi vb. çalışmalar içerisinde zihni özgürleştirmeye yönelik etkili yöntemler ve uygulamalar keşfedilmiş ve kullanılmıştır. Şimdi bu konuda daha da şanslıyız. Çünkü çağlar boyu keşfedilmiş pek çok yöntem ve bilginin sentezi şimdi kolayca ulaşılabilir durumda.

Ve bunların tümünden yararlanma olanağımız var.

Bu konuyla ilişkili tüm öğretilerin üzerinde buluştuğu ortak nokta özgürlüğe giden adımın “farkındalık” ile başladığıdır. Zihinsel özgürlüğe doğru giden yolda ilk adım kendinizi tamamen tarafsız bir gözle izlemek ve bu izleme faaliyetini alışkanlık haline getirmektir. Çünkü ancak bu şekilde zihninizde yer etmiş sınırlayıcı inançları, alışkanlıkları, yargıları, kalıpları fark edebilirsiniz.  Bu yüzden zihinsel özgürlüğün ilk basamağı kendini gözlemekle başlar.

Kendi içinizdeki kısıtlayıcı düşünceleri ve inançları ancak bu yolla avlayabilirsiniz. Ancak bütün bunların değiştirilmesi ve zihinsel sınırların genişlemesi bir zaman meselesidir. Bu yüzden bu konuda kendinize karşı çok sabırlı, anlayışlı ve ümitli olmanızı öneririm. Çünkü kendini tanıma ya da zihinsel özgürlük yolunda ilerlerken yapılan en önemli hatalardan biri içsel değişim ya da özgürlük sürecini bir “iç mücadele” ya da “savaş” olarak nitelendirmektir. Kendi içinizde yakaladığınız ve hoşunuza gitmeyen bir şeylerle mücadele etmeye ya da onları yok etmeye kalkışırsanız bundan zararlı çıkma olasılığınız oldukça yüksektir. Çünkü kendi içinizde bir şeylerle mücadele etmeye başladınız mı bu iç dünyanızda bir bölünmenin meydana gelmesi anlamına gelir. Yani mücadele etmeye başladığınız anda içinizdeki bölünmeyi artırmış olursunuz. Hele içinizde bir şeyleri yok etmeye çalışmak aynen ekolojik dengeyi göz önüne almaksızın belli bir canlı türünü yok etmek gibi bir şeydir. Çünkü ekolojik sistemde her şeyin olumlu bir işlevi vardır.

Bu türden bir ekolojik denge bizim kendi psikolojik sistemimiz içerisinde de bulunmaktadır. Yani ilk bakışta zararlı gibi görünen pek çok davranışların ardında aslında olumlu bir niyet vardır. İşte bu yüzden bir şeyleri yok etmek yerine onların ardındaki olumlu niyeti göz önüne alıp o niyeti daha tutarlı ve daha zararsız yollardan gerçekleştirmenin yollarını bulmak gerekir. Bu da kendi içimizdeki bir “uzlaşma” ile mümkün olabilecektir. Yani kendimizle mücadele etmek yerine kendi içimizde birbirleriyle çatışan taraflarımızı birbirleriyle uzlaştırmak ve özgürlüğe böyle bir yoldan ulaşmak çok daha sağlıklı olacaktır.