Hepimiz aynı dünyada yaşıyor, aynı havayı soluyoruz. Doğup büyüdüğümüz yerdeki insanlarla aynı dili konuşuyoruz. Kendi dışımızdaki gerçekliğin nesnel varoluşunda bizden bağımsız gibi gözüken bir yönü var. Ancak bizim için aslında “dışımızdaki gerçeklik” diye bir şey yok.
Bunu okuyan pek çok kişinin zihninde kocaman bir “?” işaretinin belirdiğini görür gibiyim. “Bu saçmalık. Dışımızdaki dünya dışımızda; içimizde olanlar da dışarı ifade etmediğimiz sürece içimizde. İşte etraftaki eşyalar, sandalyeler, masa, bilgisayar… Bunlar benim dışımda. Düşüncelerim, imgelerim, duygularım… Bunlar da benim içimde…” diyebilirsiniz.
Bunların hepsi doğru. Ancak ortada bir gerçek var. Dışımızdakileri hangi yolla algılıyoruz? Duyularımız yoluyla. Peki dışımızda olanları direk olarak mı algılıyoruz? Hayır. Çünkü “dışımızdakiler” diye algıladığımız aslında beynimizin bizim için oluşturduğu bir simülasyon. Yani yalnızca bir imge. Eğer beynimiz, duyu organlarımız ve sinir sistemimiz farklı bir biçimde dizayn edilmiş olsaydı, biz kendi dışımızdaki gerçekliği çok farklı biçimde algılayacaktık. Örneğin gözlerimiz eğer kızılötesi frekansları görebilseydi gece karanlığında bile görebilecektik. Nitekim böyle canlıların olduğunu gayet iyi biliyoruz.
O halde dışımızdakiler diye nitelendirdiğimiz gerçeklik pek de objektif bir gerçeklik değildir. Çünkü bizim algıladığımız gerçeklik duyularımızın ve beynimizin filtresinden geçmiş bir imgedir. Duyularımızın sınırlı olması elbette bizim biyolojik yapımızın doğal bir sonucu. Ancak algılarımızı sınırlayan başka pek çok mekanizma var. Bunların en önemlilerinden bir tanesi belki de en önemlisi inançlarımızdır.
İnançlar kendimiz, başkaları ve çevremizdeki dünya hakkında oluşturduğumuz yargı ve değerlendirmelerdir. İnanç konusu olan şeyin gerçek ya da gerçek dışı olmasının hiçbir önemi yoktur. İnandığımız her şey bizim kendi gerçekliğimiz içerisinde her şeyden daha gerçektir. Hem de öylesine gerçektir ki bedenimizdeki pek çok fizyolojik mekanizma ve hatta duyularımız bile inançlarımızın etkisi altındadır. Yani inançlarımız duyularımızın işleyişi üzerinde büyük bir etki sahibidir.
Bir şeyi yalnızca yapabileceğinize inanarak yapamayabilirsiniz. Ancak bir şeyi yapamayacağınıza inanırsanız kesinlikle yapamazsınız. Çünkü büyük olasılıkla onu denemezsiniz bile.
İnançların büyük çoğunluğu beynimizin derinliklerinde gizlenmiştir. Onların farkında bile değilizdir. Ancak tüm yaşantımızı şekillendirir, algılarımızı sınırlar, sağlığımızı bozar ve tüm sınırlarımızı belirlerler. Elbette bunların tersi de mümkündür. Çünkü inançları “sınırlayıcı inançlar” ve “kaynak yaratan inançlar” olarak ikiye ayırabiliriz.
İnançlarımızı keşfedip tanımanın en kolay yolu kendi içimizdeki konuşmaları takip etmektir. Çünkü inançlarımız derinde yatar ancak onların yüzeye çıkan bir yönü de vardır. İşte sınırlayıcı inançları işaret eden çeşitli ifadeler:
“Artık çok geç.” “Bu durumda yapabileceğim hiçbir şey yok” “Benim kaderim bu.” “Ben başarısız bir insanım.” “Yeteneksizim.” “Anamdan şanssız doğmuşum.” “Matematiğe hiç kafam çalışmaz.” “Bu yaştan sonra …….’yı öğrenemem.” “Ben yaratıcı bir insan değilim.” “Biz adam olmayız.” “Zeka 20 yaşına kadar gelişir.” “Dünya düz bir tepsidir.” “Üşütürsen hasta olursun.” vs. vs.
Buna benzer ifadeleri kendi yaşamınız içerisinde yakalayabilirsiniz. Bu tip ifadelerin kökeninde yatan inançlar bizim dünyaya bakış açımızı sınırlar ve önümüzdeki fırsatları görebilmemize engel olur. Ve öyle olduğuna inandığımız sürece bulunduğumuz noktadan bir adım bile ileri gitmemiz mümkün değildir.
İnançlarımızın etkili olduğu bir başka nokta sağlık durumumuzdur. Eğer hasta olduğunuza inanırsanız kendinizi gerçekten hasta edebilirsiniz. Eğer iyileşeceğinize inanırsanız çabucak iyileşirsiniz. Kanser hastaları üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar öleceğine inanan hastaların gerçekten daha çabuk öldüğünü ancak bundan kurtulacağına gerçekten inananların büyük ölçüde kanseri yendikleri görülmüştür. Plasebo, yani hiçbir etken madde içermeyen boş ilaçları duymuşsunuzdur. Bunlar genellikle ilaç sanayinde yeni çıkan bir ilacın etkisini test etmek için kullanılır. Ancak bazen plasebolar gerçek ilaçlar kadar etkili olabilmekte hatta daha güçlü bir etkiye sahip olabilmektedir. Yeter ki plaseboyu alan kişi aldığı ilacın kendisini iyileştireceğine inansın.
İnançların gücüne bir başka güzel örnek spor alanından. 6 Mayıs 1954 tarihine kadar 1 milin 4 dakikanın altında koşulamayacağına inanılmaktaydı. Ancak bu tarihte Roger Bannister isimli atlet daha öncesinde kimsenin yaklaşmayı bile başaramadığı 4 dakika rekorunu kırdı. Bundan yalnızca 6 hafta sonra John Lundy isimli Avustralyalı atlet bu rekoru bir saniye daha düşürerek geliştirdi. Bunu takip eden 9 yıl içerisinde iki yüze yakın atlet bir zamanlar kırılamaz denilen bu rekoru kırmayı başardı. Çünkü artık pek çok kişi bunun yapılabileceğine inanıyordu. Büyük olasılıkla daha önceki atletlerden bazıları da bu rekoru kırabilecek kapasiteye sahiptiler. Ancak buna inanmadıkları için yapamamışlardı.
İnançların gücü konusunda diğer bir ilginç örnek de şöyle: Zeka testi sonucunda normal zekaya sahip oldukları saptanan bir grup öğrenci iki ayrı öğretmen tarafından eğitilmek üzere iki gruba ayrılır. Çocukların hepsi aynı zeka düzeyinde olmasına karşın öğretmenlerden birisine bir grubun daha zeki diğer grubun ise daha yavaş öğrenen çocuklardan oluşturulduğu söylenmiştir. Bir yıl sonra yapılan ikinci testte daha zeki olduğu söylenen çocukların test sonuçları diğer gruba göre çok daha yüksek çıkmıştır. Anlaşılan odur ki, öğretmenlerin çocuklar hakkındaki inançları onların öğrenim yeteneklerini etkileyebilmiştir.
Bu örneklerin tümü inançlarımızın, ilişkilerimizi, zeka düzeyimizi, yaratıcılığımızı, kişisel başarı ve hatta mutluluğumuzu bile nasıl şekillendirip belirlediğini açıkça gözler önüne sermektedir. İnançlarımızın büyük çoğunluğu, çocukluk dönemimizde ailelerimiz, öğretmenlerimiz, medya vs. kanallar tarafından enjekte edilmiştir.
Eğer gerçekten inançlarımızın yaşamımız üzerinde bu kadar büyük bir gücü ve etkisi varsa, onların bizi kontrol etmesine izin vermeden biz onları nasıl kontrol altına alabiliriz?
Elbette bu konuda yapılabilecek pek çok şey var. Ancak bu, önümüzdeki zamanda başka bir yazının konusu olacak…