Hepimiz aynı dünyada yaşıyor, aynı havayı soluyor, benzer şeyler yiyor ve benzer durumları yaşıyoruz. Ama yine de her birimiz dünyayı kendimize göre algılıyoruz. Bu belki de çoğu zaman dikkat etmediğimiz ya da üzerinde düşünmediğimiz bir şey. Çünkü çoğu zaman diğer insanların da dünyayı bizim gibi algıladığını “zannediyor” olabiliriz. Ama aslında hiç birimiz, birbirine çok yakın düşünen insanlar bile, dünyayı aynı biçimde algılamıyoruz. Çünkü her birimiz farklı bir geçmişe, farklı bir genetik materyale ve farklı bir psişeye sahibiz. Bu durumda her birimiz aslında kendine özgü bir zihin yapısına sahibiz.
Şimdi “öyleyse ne olmuş?” diye sorabilirsiniz. Bu gerçeğin iyi bir şekilde anlaşılması yaşamımızın pek çok alanında, pek çok yönden olumlu değişimler yaratabilmemize olanak sağlayabilir. Bu konuyu ele almadan önce algılamalarımızın nasıl oluştuğuna kısaca değinmek istiyorum.
Öncelikle dış dünyayla iletişim kurabilmemizi sağlayan duyularımızla işe başlayalım. Hepimiz temel olarak 5 duyuya sahibiz. Gözlerimizle çevremizdekileri görebiliyor, kulaklarımızla sesleri algılayabiliyor, dokunma duyumuzla çevremizi ve kendi bedenimizde olup bitenleri hissedebiliyor, burnumuzla kokuları ve dilimizle tatları duyumsayabiliyoruz. Kısacası kendi dışımızdaki gerçeklikle duyularımız aracılığıyla iletişime geçebiliyoruz. Ancak duyularımız dışımızdaki fizik gerçekliğin tüm yönlerini algılayabiliyor mu? Elbette hayır. Gözlerimizin görme sınırı elektromanyetik spektrumun çok minik bir kısmını algılayabiliyor, kulaklarımız belli bir titreşim aralığındaki sesleri duyabiliyor, burnumuz belli kokuları alabiliyor vs. Yani duyularımız kendi dışımızdaki gerçekliğin ancak belli bir bölümünü girdileyebiliyor. Geri kalanlar ise siliniyor. Bunun böyle olması aslında bizim oldukça hayrımıza. Çünkü eğer şu an duyularımızın sınırları daha geniş olsaydı, şu an sahip olduğumuz beynimizin bununla baş etmesi oldukça güç olabilirdi. Yani belli bir eyleme odaklanmakta oldukça zorluk çekebilirdik.
Şimdi bu mekanizmaya biraz daha yakından bakalım. Örneğin görme olayını ele alalım. Çevremizdeki cisimlerden yansıyan ışık bizim göz merceğimizden içeri giriyor ve retinamız üzerine düşüyor. Retina üzerine düşen bu ışık orada bazı kimyasal değişimler meydana getiriyor. Bunun sonucunda meydana gelen hareket elektrik sinyallerine dönüştürülerek görme sinirleri aracılığıyla beynimizin görme işlevinden sorumlu bölümü olan “görme korteksi”ne aktarılıyor. Burada ilginç olan şey, beynimizin tamamen karanlık olması. Yani beynimizin içerisinde ışık diye bir şey yok. Ama beynimiz almış olduğu bu sinyalleri bizim için görüntüye dönüştürüyor ve böylece gördüğümüz şeyleri algılamış oluyoruz. Şimdi, bu esnada yani bir şeylere bakarken beynimizin oradan gelen tüm verileri bir anda algılayabilmesi mümkün değil. Çünkü bu bilinçli farkındalığımızın baş edebileceği miktarın çok üzerinde. Bunu kendi kendinize deneyebilirsiniz. Karşınızdaki sabit bir noktaya gözünüzü dikin. Gözünüz o noktadayken çevreyi de algılayabileceğinizi fark edebilirsiniz. Ancak sabit bir noktaya bakarken gözünüzü hiç oynatmadan dikkatinizi örneğin üst kısma yönlendirir ve oradaki şeyleri görmeyi seçerseniz, diğer tarafların dikkatinizden kaçtığını fark edeceksiniz. Çünkü bilinçli farkındalığımız belli bir miktarda veriyle yüklendiğinde diğerlerini silmek zorundadır. Hiç dikkatinizi belli bir işe verdiğinizde size seslenildiğini duymadığınız oldu mu? Yolda yürürken belli düşüncelere dalıp varmanız gereken yeri geçtiğiniz ya da bir tanıdığınız yanınızdan geçtiği halde onu fark etmediğiniz zamanlar olmuş muydu?
Hepimiz buna benzer örnekleri gündelik yaşamımızda oldukça sık biçimde yaşarız. İşte bütün bunların sebebi beynimizin bilinçli algılama kapasitesinin sınırlı olmasıdır. Yani girdiler belli bir miktarı aştığında bunlardan o an için önemli olmayanlar silinmeye başlar. Örneğin şu anda bu yazıyı okurken eğer dikkatinizi burada aktarılanları anlamak üzerine yoğunlaştırdıysanız bedeninizdeki hisleri algılamazsınız. Etraftaki gürültüleri duymazsınız. Ancak bu satırları okuduktan sonra onları fark eder hale gelirsiniz. Halbuki bu uyaranlar duyularınıza ulaşmaktadır. Örneğin vücudunuzun oturmakta olduğunuz koltuğa değen kısımları beyninize sürekli olarak sinyaller göndermektedir. Ancak bu çok sık yaptığınız bir iş olduğu için eğer dikkatinizi yoğunlaştırmazsanız onları algılamazsınız. Çünkü yaptığınız iş gereği onları algılamaya ihtiyacınız yoktur. Böylece dikkatimizi belli bir alana yoğunlaştırdığımızda beynimiz kendisine ulaşan sinyallerin bizim için önemli olmayan kısımlarını “siler.”
Buraya kadar iki katlı bir “silme” mekanizmasıyla karşılaştık. Birincisi duyu organlarımızın kapasitesi gereği oluşan doğal silme. Örneğin gözümüzün yapısı gereği kızıl ve mor ötesindeki ışınımları algılayamaması gibi. Bu zaten doğal yapımızın gereği olduğu için hepimizde aynı biçimde çalışan ve normal şartlarda değiştirebilmemiz mümkün olmayan bir durum.
İkincisi ise beynimizin belli bir anda ancak belli kapasitede veriyi işleyebilmesinden kaynaklanan bir sınırlandırma. Duyusal deneyimin belli bölümlerine yoğunlaştığımızda diğer girdilerin silinmesi. Örneğin televizyon izlerken ya da hoşlandığınız bir şeyleri okurken çevredeki diğer uyaranları algılayamamak gibi. Bu konuyla ilgili araştırmalar beynimizin belli bir anda ancak 5 ila 9 parça veriyle başedebildiğini göstermektedir. Bunların geri kalanı silinir.
Şimdi burada dikkat etmemiz gereken bir nokta var. Bu “silme” işlemini neye göre yapıyoruz? Yani beynimiz belli bir deneyim yaşarken hangi girdileri içeri alıp hangilerini sileceğine nasıl karar veriyor? Hangi kriterleri göz önüne alıyor? İşte bu oldukça kritik bir konu. Eğer belli bir deneyim yaşarken bu deneyimin ancak belli bir bölümünü girdileyip algılayabiliyorsak ve kalanı silmek zorundaysak bu “silme”yi neye göre yaptığımız bizim için oldukça önemlidir. Çünkü o deneyimle ilgili algılama kapasitemizi belirleyen ana unsur bu mekanizmadır ve pekala belli bir deneyimin bizim için çok önemli olabilecek bir bölümünü silmiş olabiliriz. Ve işte bu, bizim diğer insanlarla aramızdaki algılama farklarını belirleyen temel faktördür. Bu olay genellikle “seçici algı” olarak adlandırılmaktadır.
Yaşamınızın belli bir kesitinde hiç dikkatinizi çekmeyen ve sizin için önemi olmayan şeyler başka bir zaman ve mekanda dikkatinizi çekmeye başlayabilir. Örneğin daha önce sahip olmadığınız bir eşyaya sahip olduğunuzda onu kullanan insanlara vs. dikkat eder hale gelirsiniz. Daha önce zihninizde onunla ilgili herhangi bir veri olmadığı için beyniniz onu silmektedir. Ama şimdi onunla ilgili bazı deneyimlere sahip olduğunuz için ona dikkat etmeye başlamıştır.
Bu silme mekanizması çalışırken burada elbette çok fazla sayıda kriter ve değişken vardır. İçinde bulunduğunuz ruh hali ve ihtiyaçlara uygun olarak benzer deneyimler içerisinde çok farklı algılamalara sahip olabilirsiniz. Örneğin bir konser izlerken zihniniz bir sorunla meşgulse ve üzgün bir durumdaysanız o konserden hiç zevk almazsınız. Çünkü o anda orada değilsinizdir.
Algı filtrelerimizin oluşumu oldukça erken yaşlarda başlayıp gelişen bir süreçtir. Yaşamımızın ilerleyen zamanlarında bu filtreler daha fazla kalıplaşmaya ve daha etkin bir hale gelmeye başlarlar. Kısacası çevremizdeki dünyayı olduğu haliyle değil, olmasını beklediğimiz haliyle algılamaya başlarız.
İşte bu yüzden semantik bilimci Alfred Korzybsky’nin ünlü sözünü bu yazıya başlık yaptım: “Harita arazinin kendisi değildir.” Biz gerçekliğin kendisine değil haritalarımıza göre yaşarız. Tepkilerimiz ve davranışlarımız gerçek araziye göre değil, zihinlerimizdeki haritalara göredir.
Şimdi bu mekanizmayı kavradığımızda belki de çevremizdeki insanlara karşı daha anlayışlı ve hoşgörülü olmaya başlayabiliriz. Ve belki de anlaşılmayı beklemek yerine karşımızdaki insanın dünya haritasını anlamak için gayret gösterebilir ve anlayınca da oradaki eksiklikleri tamamlamak için ona elimizden geldiğince yardımcı olabiliriz. Çünkü her insan belli bir durumda elindeki en iyi seçenekleri kullanmaktadır. Ve pekala o anda aslında elinin altında olan bazı seçenekleri “silebilir.”
Ancak burada başkalarını anlamaya çalışırken de yine kendi haritalarımıza göre hareket etmekte olduğumuza göz önünde tutmak gerekir. Çünkü başka birisinin kafasındakileri anlamak için onları hayal etmemiz gerekir. Bu da kendi zihinsel modellerimizle hareket etmek anlamına gelir. İşte bu yüzden kendi haritalarımızı ne kadar esnek, ne kadar zengin ve ne kadar kapsamlı hale getirirsek anlayış kapasitemiz de o oranda artacaktır.