Hepimiz hayatımızda az ya da çok kendimizi daha farklı hissettiğimiz anlar yaşamışızdır. O anlarda her şey daha bir anlamlı, sorunlar daha bir uzak gelir bizlere ve içimizde bir sakinlik duygusu hakim olur. Ancak sonra bu hal yerini başka bir hale bırakır ve her şey yine eski haline döner. Aslında çevremizde ya da koşullarda değişen hiçbir şey yoktur ama sanki her şey değişmiş, yıpranmış anlamını yitirmiş gibidir. Bulunduğumuz yerdeki eşyalar aynıdır, pencereden baktığımızda gördüklerimiz aynıdır, duyduğumuz sesler aynıdır, ama hislerimiz farklıdır… Sonra yine keyfimiz yerine gelir ve tekrar her şey canlanır, vs.
Peki değişen nedir? Değişen elbette bizim algılama biçimimiz ya da bakış açımızdır, yani içsel bir durum. Buna bilinç hali de diyebiliriz.
Şimdi arkanıza yaslanın ve şunları düşünün: Etrafınızda gördüğünüz cisimler atomlardan oluşuyor ve bu atomların büyük bir kısmı aslında boşluk. Gözlerinizle algıladıklarınız yalnızca ışık vasıtasıyla gözlerinize yansıyan titreşimlerden ibaret ve bu titreşimler beyniniz tarafından imgelere dönüştürülüyor. Gördükleriniz yalnızca beyninizin yarattığı bir simülasyondan ibaret, yani bir tür hayal. Eğer gözleriniz daha yüksek frekansları algılayabilecek bir kapasiteye sahip olsaydı etrafınıza baktığınızda çok farklı bir dünya görecektiniz.
Şu anda bir binada, bir araçta ya da açıklık bir yerdesiniz. Yerçekiminin etkisiyle ağırlığınızı hissediyorsunuz ve böylece sabit durabiliyorsunuz. Dünya adı verilen bir gezegenin üzerindesiniz. Durduğunuz yer düz gibi görünse de aslında kocaman bir kürenin üzerindesiniz. Bu cisim güneş adı verilen bir yıldızın etrafındaki gezegenlerden biri. Güneş ise yaklaşık yüz milyar yıldızdan oluşan Samanyolu dediğimiz bir galaksinin hafifçe kıyılarında dolaşan orta büyüklükte bir yıldız. Bu galaksi ise bizim aletlerimizle tespit edebildiğimiz yaklaşık 200 milyar galaksiden birisi. Ve bu yaklaşık 200 milyar galaksi bizim evrenimizi oluşturuyor ve belki (büyük olasılıkla) o da sonsuzluk içerisindeki evrenlerden yalnızca bir tanesi. Şimdi bir an için gözlerinizi kapatın ve bütün bunları imgeleyin: Atomlar, cisimler, bulunduğunuz mekan, dünya, güneş sistemi, galaksi, evrenler…
Şimdi geri dönelim, Evrenler, galaksiler, samanyolu galaksisi, güneş sistemi, dünya, yaşadığımız kara parçası, bulunduğumuz mekan… Bazen hiç gitmediğimiz bir yere yolculuk yaparsınız ve döndüğünüzde evinizde ya da iş yerinizdeki eşyalar sanki değişmiş gibi gelir… Neden acaba?
Ressamlar büyük resim yaparken ne yaptığını görmek için geri çekilir ve bakar. Apartmanların yan duvarlarına kocaman reklam resimleri yapan ressamları görmüşsünüzdür. Resmi yaparken bütünü göremez, ama bütünü bilir, parçaları elindeki şablona uygun biçimde yapar ve ancak uzaktan bakan biri resmin bütününü anlayabilir. Ne kadar yaklaşırsanız resim o kadar anlamsızdır. Yaklaştıkça detaylar artar ve siz onların içerisinde kaybolursunuz. Ama resmi yapan kişi bütün bu detayları çizmek zorundadır. Çünkü o detaylar bütünü oluşturur. Her detay içinde bulunduğu çerçeveye göre anlam kazanır.
Bazı bilim dergilerinde mikroskop ile çekilmiş fotoğraflar görürsünüz. Ve altında “bu nedir?” diye sorar. Yanıt genellikle hiç tahmin bile edemeyeceğiniz bir şeydir. Çünkü o gözle göremeyeceğiniz bir detayın fotoğrafıdır. Uzaya giden astronotların bazıları dünyayı uzaydan seyrettikten sonra çok farklı bir bakış açısına sahip olduklarını ve her şeyin anlamının değiştiğini ifade etmişlerdir… Neden acaba?
Yaşam boyunca bütün deneyimlerimiz algılardan oluştuğuna göre, algılama biçimimiz yaşamımızın niteliğini belirleyen en önemli unsurdur. Yaşam tablosunu ne tür bir çerçevenin içerisine oturtursak anlamı ona göre şekillenir. Bu “anlamlar” bizim dışımızda değil içimizdedir.
Perspektifiniz ne kadar geniş ve çeşitliyse seçenekleriniz de o oranda fazladır ve bu seçenekleri ne kadar bütünsel bir açıdan görebiliyorsanız gördükleriniz gerçek anlamına o oranda yakın olacaktır.